11 Ekim 2012 Perşembe

UNUTULMUŞLUĞUN İNADINA BAKRAS KALESİ


UNUTULMUŞLUĞUN İNADINA BAKRAS KALESİ
Düşmanlardan korunmak ve saldırılarına engel olmak için kalın duvarlarla yapılan, İçinde askerlerin barınacağı bölümlerin bulunduğu büyük yapı olan kaleler. Bugünün ne toplum hayatı anlayışında ne de savunma anlayışında bir önemi kalmayan kaleler. Tarihimizde büyük önem taşırken artık eski önemini yitiren kaleler. İşte o kalelerin en çok gelişme gösterdiği ve sahip çıkıldığı tek dönem olan Ortaçağ’a ait BAKRAS KALESİ…

Bakras Kalesi, Antakya-İskenderun karayolunun 27. Kilometresinde batıya ayrılan yolda, adını bu kaleden alan Ötençay Köyünün (eski adıyla Bakras Köyü) içerisinde yer alıyor. Ötençay köyüne 4 kilometre mesafede yer alan kale, Amanos dağları eteğinde sarp bir tepe üzerinde kurulmuş şato gibi muazzam görünümüyle bizleri karşılıyor. Adını nerden aldığını merak ettiğimiz kale hakkında öne sürülen rivayette; Ammuri Kralı Dakianus tarafından bu kalenin inşa ettirildiği söylentisiymiş. Dakianus yaz aylarında çocukları ile günümüzde Gülcihan denilen İskenderun- Arsuz arasındaki kıyıda tatil yapıp Suriye’ye dönerken, geçtiği Kızıldağ üzerinde sarp bir tepede, karısı Bağrez bindiği attan uçuruma düşerek ölmüş. Dakianus çok sevdiği karısının ölümü üzerine onun adını verdiği bu kaleyi inşa ettirmiş. Bağrez ismi zamanla Bakras olarak değişmiş. Belki aylarca belki yıllarca tek tek intizamla yapılmış el yapımı olan ve sevginin inşa ettirdiği kale, halen dimdik ayakta karşımızda duruyor. Baharın geldiği bu aylarda yapacağınız bu tarihi gezi size huzur verecek. Kalenin hemen altında kurulan köyün güneyinden patika bir yol ile kaleye ulaşılıyor ve doğu cephesinde olan giriş kapısına gidilebiliyor. Yolculuğumuz esnasında köy girişinde bizi karşılayan henüz yeni çiçek açmış ağaçlar ve özgürlüğün tadını çıkaran kuşların görüntüsü görülmeye değer. Kalenin patika ve rampa yolunda ilerlerken fotoğrafçımız Ali Fuat Beyin dikkatini çeken, yorgun ve yalnız tek bir ağaca rastlıyoruz. Tıpkı Bakras Kalesinin unutulmuşluğu gibi ağacın da kalenin de yalnızlığı ve buna rağmen verdikleri yaşam mücadelesi gözden kaçmıyor. Fotoğrafını karelediğimiz ağacı geride bırakarak Bakras Kalesine olan yolculuğumuza devam ediyoruz. Her yeri yemyeşil alanlarla çevrili olan bu doğa harikası köyde o büyüleyici mimarisinden hiçbir şey kaybetmemiş olan Bakras Kalesi ile buluştuğumuz ana geldik. Sağım solum önüm yemyeşil, güneşin pırıltıları ve sobe, arkamda Bakras Kalesi. Kale, kuzey ve güney tarafı derin vadilerle ayrılan çok yüksek bir tepe üzerinde kurulmuş. Kare bir plan görünümünde olmasına rağmen, doğu ve güney cephesi bir yay çizmekle beraber, batı kısmında dar bir koridor ve kuzey tarafında derin bir uçurum bulunuyor. Yapımında çoğunlukla kesme taştan inşa edilmiş olan kalenin, bazı kaba duvarlarında yığma taş kullanılmış. Kalede dikkatimizi çeken su kanallarının izleri hala kalıntılarını korumaya devam ediyor. Kalenin suyu köyün güney tarafında bulunan vadideki su kaynaklarından temin edilirmiş. Fakat kale duvarları günümüzde vadideki su kaynakları sebebiyle rutubetten yemyeşil olmuş.
Tarihi çok eski olan kalenin hakkında günümüzde ileri sürülen ayrıca oldukça ilgi çeken ve merak uyandıran bir rivayeti hatırlatmak istiyorum. Bahsi geçen rivayet, Bakras Kalesinde Tapınak Şövalyelerine ait tonlarca altının saklı olduğu yönünde idi. Bağışlar ve savaşlarda edinilen ganimetlerle, dünyada önemli bir söze sahip olan Tapınak Şövalyelerinin, geçmiş yüzyılda sahip olduğu altınlarmış bunlar. Düşünsenize 1015 yıl önce Haçlı Seferlerinde kazanılan tonlarca ganimetin her kalenin altında gömülü olduğu rivayeti gibi Bakras Kalesinde de var olduğu söyleniyor. Hayliyle ortada tonlarca altının var olduğu iddiası bizleri de hayrete düşürüyor. Son olarak Bakras Kalesini Antakya’daki tapınak şövalyeleri tarafından yapıldığını öne süren bir grup tarikat, kaleyi ele geçirerek kutsal mekânları haline getirmeyi amaçlıyorlarmış. Başka bir söylenti ise, kalenin tarihinin Hellenistik devre kadar çıkmakta olup İskender’in M.Ö. 304’te buradan geçtiği sırada kalenin var olduğu düşünülmekteymiş.  
KALE GÜÇLER DENGESİNE GÖRE EL DEĞİŞTİRMİŞ
Söz konusu olan Bakras Kalesinin rivayetlerinin yanı sıra, kale önceleri Belen geçidinin girişini koruma gayesine hizmet etmiş. Bununla birlikte Akdeniz ile Ortadoğu’ya açılan çok önemli bir geçit görevi de görmüş. Bakras Kalesi zaman zaman Haçlılarla Eyyubiler arasında el değiştirmiş olup Romalılar, Bizanslılar ve Haçlılar tarafından da kullanılmış. Antakya’nın kurulmasından sonra da bu bölgeye hükmetmek isteyenler arasında önemli bir çatışma alanı gibi görülmüş olup, kale güçler dengesine göre el değiştirmiş. Birkaç defa el değiştirdikten sonra Tapınak Şövalyeleri' nin eline geçen kale 1268 yılında Baybars tarafından kuşatılarak zapt edilmiş Daha sonraları ise Haçlılar döneminde Antakya Prensliği’nin kuzeydeki en önemli savunma noktalarından biri olmuş. Son olarak Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında 1516 yılında Osmanlıların ellerine geçerek son zamanlarına kadar kullanılmış. Önemli bir güvenlik ve kontrol noktası olan Bakras, bölgede Osmanlı hâkimiyeti ve sınırların genişlemesi sonucu bir iç kale haline gelmiş ve önemini zamanla kaybetmiş. Birkaç kademe halinde yapılan yuvarlak ve yüksek kale burçlarının mevcut kısımları taşıdıkları özellikten dolayı Ortaçağ’a ait olduğu düşünülüyor. Ötençay köyü yerlisinin anlattığı bir diğer rivayette; kale çok eski dönemlerde aslında 7 katlıymış. Ama zamanla 6 katı çökmüş ve günümüzde 1 kat olarak hala ayakta duruyor. Köyün içinde kalenin suyunu temin ettiği Andik pınarı da hala tüm berraklığı ve keskin soğukluyla akmaya devam ediyor.
KÜLTÜR MİRASLARIMIZA SAHİP ÇIKALIM
Bakras Kalesi, aslında yalnızlığına terk edilmiş olmayıp virane ve bakımsız bırakılmasaydı, tam tamına turizm cenneti olabilecek potansiyelde bir tarihi değerimiz. Keşke restore edilse ve kale içinde bilgi verici belgeler olsa, turistlerin ziyarete geldiklerinde o tertemiz hava eşliğinde kocaman bomboş yeşillik alanların içine çay bahçeleri yapılsa, keşke bu yer turizme kazandırılsa diyorum kendi kendime. Aslında insanlık tarihi içerisinde birçok olaya tanıklık etmiş, binlerce atlının binlerce medeniyetin geçtiği Bakras Kalesi için birçok konuda keşke diyebilirim. Daha sonra kendime şu soruyu soruyorum ve böylesi güzel bir yer neden yalnızlığına terk edilmiş diyorum? Tarih ve kültür mirasımıza verdiğimiz önemsizliğin bir göstergesi olarak kale, tüm unutulmuşluğuna ve bakımsızlığına rağmen belki de bizleri utandırmak için inatla ayakta kalmaya çalışıyor. Kalenin, doğaya karşı verdiği amansız yaşam savaşına eğer müdahale edilmezse ne yazık ki yenilmeye muhtaç bir tarihi eserimiz olacak gibi görünüyor. Kale üzerinde taşıdığı tüm tarihin izlerini silerek bir gün yok olup gidercesine sahiplenmeyi bekliyor. Eğer sahiplenilmezse Bakras Kalesi de tarihin karanlığında eriyip giden diğer değerlerimiz gibi yok olmaya yüz tutuyor...

BEDENİN ÇÖZÜMLENEN SIRLARI


BEDENİN ÇÖZÜMLENEN SIRLARI            
Pilatesi henüz keşfetmediniz mi? Uzun ve ince bir siluet, güçlü sırt ve kalçalar, sakin bir zihin... Nasıl mı? Pilates ile... Eğer ideal bir vücuda sahip olmak istiyor ve doğru egzersizleri arıyorsanız, buna sırt ve karın kaslarıyla başlayın. Yorucu egzersizler yaparak kalbinizi yormak istemiyorsanız, pilates tam aradığınız egzersiz şekli! 10 saat sonra iyi hissedeceksiniz; 20 saat sonra daha iyi görüneceksiniz; 30 saat sonra yepyeni bir görünüme sahip olacaksınız, diyor Joseph Pilates...
PİLATESTE DÜN VE BUGÜN
Çok iyi bir fiziğe sahip olmak, vücudumuzda uyum ve sakinliği yakalamak hepimizin ortak arayışıdır. Bu yüzden Joseph Pilates’in sözleri nasıl da çekici geliyor insana. Pilates nasıl mı ortaya çıktı? Pilatesin kısa tarihini sizler için araştırdık. Pilates, 1880 yılında Düsseldorf doğumlu olan Joseph Pilates tarafından geliştirilerek meydana gelmiş. Çocukluğunda astım ve raşitizm gibi rahatsızlıklarla mücadele eden Pilates’in, geçirdiği bu rahatsızlıklar sebebiyle vücut direnci azalmış. Antik Yunan ve Roma’da kullanılan atletizm tekniklerini, Uzakdoğu spor ve savaş sanatlarını ve yoga tekniklerini inceleyen Joseph Pilates, bütün bunları anatomi bilgisi ile birleştirerek hepsinin sentezi olabilecek teknikler üzerinde çalışmış. Ayrıca pek çok spor dalıyla yakından ilgilenen Pilates, kendi kendine geliştirdiği bazı hareketlerle, yatar pozisyondayken direncini yeniden kazanabildiğini fark etmiş. Bunlar üzerinde yoğun olarak çalışmış ve ortaya bir dizi egzersiz hareketleri çıkmış. Kendi soyadıyla tanıttığı bu egzersiz programını, I. Dünya Savaşı’nda sakatlanan askerleri yeniden sağlıklarına kavuşturmak için de kullanmış ve olumlu sonuçlar almış. 1926 yılında NewYork’ta kendi stüdyosunu açan Pilates, 1967 yılında hayata veda edene kadar bu stüdyoyu çalıştırarak sağlıklı yaşam konusundaki çabalara büyük katkıda bulunmuş ve geliştirdiği sistem, günümüzde bütün dünya tarafından en çok tercih edilen egzersiz sistemlerinden biri haline gelmiş. Bütün bu gelişmeler ışığında pilates, yine bütün dünyanın kabul gördüğü fizyoterapi temelli bir rehabilitasyon yöntemi haline gelmiş.Pilatesi bir spor dalı olarak görmek mümkün değil; zira müsabakası, hakemi, sporcusu, yarışması ve uluslararası kuralları yok olması da mümkün değil. Tüm dünyada da bu şekilde kabul görmekte. Kas ve iskelet sisteminde oluşabilecek problemleri engellemek için mesela bel fıtığı, boyun fıtığı, boyun düzleşmesi gibi problemler sonrası da koruyucu olarak uygulanabilir. Doktor ve fizyoterapistlerin tedaviyi destekleyici amaçlı egzersizlerin sürekli hale getirilmesi amacıyla da pilates uygulanabiliyor. Aslında pilates, bir spor dalı olmanın çok daha ötesinde tedavi sonrası iyileşme sürecinin olduğunu kanıtlar nitelikte.  
PİLATES NEDEN YAPILMALI?
Joseph Pilates tarafından geliştirilen egzersiz türü olan bu spor, son yıllarda oldukça popüler oldu. Çünkü hem vücudun duruşunu iyileştiriyor hem esnekliğini artırıyor hem de kasları hele de özellikle karın, sırt ve kalça kaslarını güçlendiriyor. Pilatesi diğer egzersizlerden ayıran en önemli özelliği ise bir ağırlık çalışmasından farklı olarak kaslarımızı uzatması ve vücuda uzun, ince bir görünüm kazandırması. Ayrıca Pilates, güçlü bir zihin ve beden bağlantısı geliştirmenin önemine de vurgu yapmakla birlikte egzersizlere nefes alma tekniklerini de katıyor. Konsantrasyon, esneklik ve gücün bu şekilde bir araya getirilmesi, bütün dünyada dansçılar ve aktörler için olduğu kadar; sporcular, iş adamları ve öğrenciler açısından da son derece çekici bir egzersiz halini aldı ve almaya da devam ediyor. Pilates’e göre vücut merkezi, derindeki kaslarla bel kemiğine en yakın kaslardan oluşuyor ve kas yapısı bir bütün haline getiriliyor. Kilo vermeseniz de ince görünmenize, metabolizmanızın hızlanmasına ve dayanıklılığınızın artmasına yardımcı oluyor. Omurganın düzgün kullanılmadığı, vücut dengesinin bozuk olduğu oturuş şekilleri, yanlış oturuş pozisyonlarında uzun süre kalınması ve tekrarlanan hareketler vücudumuzda birçok ağrıya sebep oluyor. Bunun yanı sıra bu duruş bozukluklarıyla kaslarda gerilme, yorgunluk ve stres, giderek ağrılı kas spazmlarına ve kişilerde sırt, boyun ve bel gibi ağrı şikâyetlerine yol açabiliyor. İşte Pilates metodu, zihnin kaslar üzerindeki kullanımını desteklediği için az önce belirttiğimiz sorunları ve bunların yol açtığı sonuçları ortadan kaldırabilme imkânı doğurabiliyor. Pilates egzersizlerinde en önemli faktörlerden biri de denge. Pilates uygulamasında eğitmenler, omurganın ve kas topluluklarının birbirini dengeli bir şekilde desteklemesini istiyor. Çünkü tüm kaslar adil bir biçimde çalıştırılıyor ve iskeletle orantılı bir bütünlük içine girmesi sağlanıyor. Bu sağladığı fonksiyonların yanı sıra birde vücudumuza büyük oranda esneklik gücü de veriyor. Bunu öyle içten yapıyor ki omurların arası bir parça açılıyor ve boyunuz da buna bağlı olarak birkaç santim uzayabiliyor. Sonuç olarak, “Pilates neden yapılmalı?” sorusuna; Zihin ile vücudu ilişkilendirmek ve çalıştırmak amacıyla; dayanıklılık, esneklik ve kas gelişimi ile vücudun hareket kabiliyetini ve vücut duruşunu geliştirmesine yönelik yaptığı büyük kanıtları bir cevap olarak sizlere sunabilirim.
HAMİLELİKTE PİLATES UYGULAMASI
Hamilelikte aldığınız kilolardan, vücudunuzun şeklini kaybetmesinden artık korkmak yerine, bu durumda kendinize ve bebeğinize en sağlıklı ve en sakin hayatı pilatesle verebilirsiniz. Pilates, doğum öncesinde, doğum sırasında ve sonrasında sizi güçlendiren, doğuma hazırlayan ve doğum sonrası eski formunuza hızlı bir şekilde dönmenizi sağlayan muhteşem bir sistem. Pilates'te yapılan esneme egzersizleri, kasılmaları rahatlatıp, tutulma ve ağrıları azaltıyor. Pilateste ana temel olan nefes egzersizleri de normal doğum için çok iyi bir hazırlık diyebiliriz. Aynı zamanda, egzersizler doğum esnasında annenin daha rahat olmasını sağlıyor. Ayrıca, el ve ayak bileklerindeki ve bacaklardaki ödemin atılmasına, şişliklerin inerek derinin rahatlamasına ve kan dolaşımının hızlanmasına da yardımcı olabiliyor.
HATAY’DA PİLATES
Son zamanlarda bir pilates çılgınlığıdır almış başını gidiyor, belki dikkatinizi çekmiştir. Ünlü ve popüler oyuncular, şarkıcılar son derece formda vücutlarını pilates ile şekillendirdiklerini açıklıyorlar. Biz de Hatay’da pilatesin ne durumda olduğunu ve ne derece talebin olduğunu merak ettik. Melekler Kulübü kurucusu ve aynı zamanda spor eğitmeni olan Zarife Zan ile sizler için söyleşi yaptık. Zarife Hanım: “Güçlü bir zihin-beden koordinasyonu geliştirme esasına dayanan pilates, ülkemizde yeni yeni tanınmaya ve yaygınlaşmaya başladı. Ayrıca, Hatay’da pilatesi doğru, sağlıklı ve bilinçli bir şekilde tanıtmaya ve insanları yönlendirmeye çalışıyoruz. Pilatese olan talep, kadın ve erkek olmak üzere zamanla artıyor. Pilatesi herkes yapabilir ve sağlıklı yaşam için herkesi pilatese davet ediyorum. Pilates; yaşlılar, hamileler, bedensel engelliler gibi, fiziksel olarak her tür spor ve egzersizi yapma imkânı bulunmayanlar için de ideal bir spor” diyor ve sözlerine, “Pilatesi ileriye bir yatırım olarak görün!” mesajını da ekleyerek Hatay’daki yaşam potansiyelini yükseltmeye çalıştığını ortaya koyuyor. Ayrıca, “Sağlıklı ve mutlu bir yaşam demek, huzurlu bir toplum demek.” sözleriyle de Hatay’ı pilatese yönlendirme adına isabetli bir mesaj verdiğini söyleyebiliriz. Şu an Hatay’da birkaç spor merkezinde pilates eğitimi alma şansımız olduğunu ve pilatesin antrenörler eşliğinde yani bilinçli yapılması gerektiğini vurgulayan Zarife Hanım, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam için sporun hayatımızda daima olması gerektiğini de sözlerine ekliyor. Pilates’in yaşı yok, daima genç ve sağlıklı kalmak isteyenlere hangi alanda olursa olsun sporu hayatınızın vazgeçilmezi yapın diyor, sağlıklı günler diliyoruz. 

ZAMANLA YARIŞAN ZAMANI YAŞAYAN KADIN


ZAMANLA YARIŞAN ZAMANI YAŞAYAN KADIN
Yılların eskitemediği bir isim olan Ayşegül Aldinç, seneler geçtikçe her defasında farklı alanlardaki başarılarıyla karşımıza çıkıyor. Daha çok sanat yaşamında adını müzik dalında duyuran Ayşegül Hanım, bunun yanı sıra farklı alanlarda da kendini ispatlayan başarılı bir sanatçı. Şarkıcılıkla başlayıp, oyunculuğa ve köşe yazarlığına kadar her alanda kendini kanıtlıyor.

Ayşegül Aldinç’in elini attığı her işte başarıyı, profesyonel olarak sürdürmesi ile birlikte göz alıcı güzelliği de gözlerden kaçmıyor. Günler, yıllar geçiyor, zaman su gibi akıyor ve Ayşegül Aldinç günler geçtikçe, zaman aktıkça daha da güzelleşiyor. Şimdilerde belli bir yaş sonrasında bir kadının, genç bir kız kadar çekici olabileceğinin tek canlı kanıtı diyebiliriz. Ayşegül Aldinç ile müzik, sinema, dizi ve yaşama dair her şeyi, ayrıca güzelliğinin sırlarını sizler için konuştuk.

KARARLARIM DOĞRULTUSUNDA YÖN BULDU TERCİHLERİM
Cemile Us: Uzun bir aradan sonra tekrar bizimlesiniz. Ekranlardan ayrı kaldığınız bu zaman aralığını nasıl değerlendirdiniz? Bu ayrılıkta en çok nelere özlem duydunuz?
Ayşegül Aldinç: Sevdiğiniz işi yapıyorsanız sevmeye devam ederken bir süre yapmama özgürlüğünüzü de kullanırsınız. O arada başka işlerim oldu. Yaptığım her işi profesyonel sorumlulukla ama gerçekten amatör ruhla yapanlardanım. Yıllarca şarkıcılığı oyunculukla, köşe yazarlığı ile birlikte yürütebildiğim için şanslıyım. Özleme duygusu bende seçilmemiş uzaklıklardan dolayı yeşerir. Yani herhangi bir zorunlu ayrılık söz konusu olmayınca bir özlem de gerçekleşmedi. Kararlarım doğrultusunda yön buldu tercihlerim.

C.U: Önünüze hem müzik hem de televizyon dünyasından birçok proje geliyordur. Bu projeleri neye göre değerlendiriyorsunuz? Yeni albüm ya da gelen projelerin hazırlıklarını nasıl yapıyor ve nasıl planlıyorsunuz?

A.A: Öncelikle iki projem var. Üzerinde çalışıyorum dizi fırsat verdikçe. Olgunlaştığında paylaşabileceğim projeler bunlar. Şu sıralar Pis Yedili dizisinde oynadığımdan ne yazık ki herhangi başka bir şeyin planlamasına giremiyorum. Dizi çekmenin koşulları ve zamanlaması hiç bir şeye benzemiyor. Çekimleri gerçekleştirdiğimiz okulda öğrenim devam ettiğinden ancak gün bitimlerinde çalışmamızın gerekliliği uyku saatlerimizi de etkiliyor, özel hayatlarımızın da sekteye uğramasına yol açıyor. Ama bütün bu zorluklarına rağmen işine gönlünü vermiş ve işini ciddiye alan sanatçılar her seçişin bir vazgeçiş olduğunu bilirler...

C.U: Pis Yedili dizi teklifini nasıl kabul ettiniz? Uzun bir aradan sonra Esma Sultan karakterini tercih etmenizin sebebi nedir?

A.A: Gani Müjde ile Kahpe Bizans’ta çalıştım ilk defa. Bana ilk kez bu teklifle geldiğinde (her zamanki gibi) reddettim. Bir daha düşün deyince ve ısrarını sürdürünce, tamam dedim. Bir anti kahramana can verecektim. Çatlak ve negatif bir tiplemeyi canlandırışımın geri dönüşlerinin çok iyi olduğunu fark etmemiz doğru yolda olduğumuzun göstergesi oldu. Gençlerin ve çocukların bu tiplemeyi sevmesi ise gerçekten ilginç. Dizi oyunculuğu hayatınızın önemli bir kısmını kaplıyor. Çalışma saatleri, oyuncuların farklı işler yapması halinde programlamalardaki koordinasyon zorlanmaları ve bütün bunların esas nedeni olan bölüm yetiştirme çabaları bazen sabahlara kadar çalışmamızı gerektiriyor. Esma Sultan karakteri ile bugüne kadar canlandırdığım rollerden çok daha farklı bir karakter çizmiş oldum. Komedi oynamak ve benimsenmek (üstelik bir anti kahraman karakteriyle) dram oynamaktan daha zor, bunu biliyoruz. Oynamaktan zevk aldığım bir karakter özetle.
HER SEÇİŞ BİR VAZGEÇİŞTİR.

C.U: Peki, tüm dallardaki başarılarınız ve profesyonelliğiniz bir yana müzik ve sinema için neler söyleyebilirsiniz?

A.A: Küçüklüğümden bu yana şarkıcı ve oyuncu olmak isteyen biri olarak serüvenimi sürdürüyor olmaktan memnunum. Sinema ya da dizi projelerinde bir ekip sizden azade hazırlığını yapar, siz oynamakla mükellefsinizdir. Müzikte ise iğneden ipliğe sizin tüm detaylarla ilgilenmeniz gerekir. Bu da iri yarı bir fark olarak karşınıza gelir. Dizi projelerinde eğer rolünüzü buluyorsanız bir şanstır. Sinema ise büsbütün şanstır. Zira oranlayacak olursak sinema filmleri dizilere göre daha az sayıda gerçekleştirilebiliyor.

C.U: Türkiye’de şarkıcılığın yanı sıra oyunculuğunuzla da çok önemli bir yer tutuyorsunuz. Yıllar içinde oyunculukla müzik arasındaki dengeyi nasıl planladınız? Sanat kariyerinizin planları ya da akışı sizce nasıl gelişti?

A.A: Şarkıcılıkla oyunculuğu aktif bir biçimde birlikte yürüttüğüm dönemler oldu. İçinde bulunduğumuz çağ hız çağı. Teknolojinin hayatımızın bu denli içinde olması hayatı hem kolaylaştırıyor hem de zaten kısıtlı olan vaktimizi bir biçimde çalıyor.  Diziler de bundan nasibini aldı tüketim fazla hızlı. Sesli çektiğimiz halde bir haftayı ucu ucuna yetiştiriyoruz diyebilirim. Müzikle ilgili sahne çalışmalarım devam ediyor. Yurt içi ve yurtdışında özel gecelerde sahneye çıkmaya devam ediyorum. Sahnenin duygusu bambaşka…
C.U: Günler, yıllar geçiyor; zaman su gibi akıyor ve siz günler geçtikçe, zaman aktıkça daha da güzelleşiyorsunuz, bunun sırrı nedir?

A.A: Teşekkür ederim. O demin sözünü ettiğim sorumluluk burada da işleyen bir durum. Sizi seven veya ilgi duyanlar sizin pek değişmenizi istemiyorlar doğal olarak. Siz de bunun için çabanızı ya gösteriyorsunuz ya da bırak dağınık kalsın ben kafama göre takılırım, diyorsunuz. Tercih tamamen sizin. Ben zor olanı seçtiğimin farkındayım. Düzenli yaşıyorum. Yeme içme kriterlerim belli. Spor, diziden arta kalan zamanlarda yorgun olmazsam yapabildiğim bir şey haline geldi ve buna içerlediğim oluyor açıkçası. Zira diziden önce çok daha verimliydim spor konusunda. İçki, sigara gibi zaaflarım yok. Yaşam kaliteme dikkat ediyorum. Bunun sosyal anlamda biraz bir şeylerden eksik kalma anlamını içerdiğini de söylemem gerek. Ama dedim ya her seçiş bir vazgeçiştir...

C.U: Hatay’la ilgili fikrinizi, düşünce ve duyumlarınızı öğrenebilir miyiz? Ayrıca Hatay deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor? Daha önce ilimize turneye gelmiş miydiniz?
A.A: Hatay’la ilgili çok güzel şeyler duyuyorum. Hatay’da farklı etnik kökenli insanların bir arada yaşadığını biliyorum. Ve Hatay mutfağının namı dilden dile dolaşıyor. Yemeklerinizi tatmak için sabırsızlanıyorum. Ve en yakın zamanda Hatay’ ı ziyaret etmek istiyorum. Umarım kısa zamanda gerçekleşir bu dileğim. Tüm Hatay’a sevgiler
Tüm güzelliği ve sanat dünyasındaki başarılarıyla ekranlarda her daim görmek ve sesini duymak istediğimiz Ayşegül Aldinç'in, sanat dünyasına katkılarının devam etmesini bekliyoruz. Ayrıca adının projelerde duyulmasından mutluluk duyduğumuz ve daha nice projelere imza atacağını umduğumuz sanatçımıza başarılarının devamını dileriz...





“AZ BİLİRİM UZ BİLİRİM, HIDRELLEZ’DEN SONRA YAZ BİLİRİM.”


“AZ BİLİRİM UZ BİLİRİM, HIDRELLEZ’DEN SONRA YAZ BİLİRİM.”
Çok eski zamanlarda bir köyde Hıdır adında bir çoban varmış. Hıdır sürüsünü suya götürürken Paşa kızı Ellez’i görüp aşık olmuş. Hıdır, Ellez’i babasından istemiş fakat Paşa kızını vermemiş. Bunun üzerine Hıdır kızı kaçırmış. Bir korulukta saklanan Hıdır ile Ellez’i Paşa ve adamları çembere alıp ateşe vermişler. Allah’a sığınan Hıdır ve Ellez gaipten gelen ‘Ateşe basıp atlayın!’ sesini duyunca tek adımla ateşe basıp kaybolmuşlar. Paşa uzun süre onları aramış ve bulamamış. Ve bir gün Paşa içinden gelen bir ses duymuş ve ‘Allah’ım onları affettim ve onları bana göster!’demiş. Allah Hıdır ile Ellez’i 6 Mayıs günü yeryüzüne indirip Paşa’ya göstermiş. O günden beri kutlanan bu kavuşma gününe ‘Hıdrellez’ adı verilmiş ve onlar ölümsüz kılınmış.
BAHARI MÜJDELEYEN GELENEK
Hızır, Hıdır yahut Hadır Arapça bir kelime olup, ‘yeşillik’ manasına geliyor. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek zamanla halk ağzında ‘hıdrellez’ şeklini almış ve günümüzde de bu şekilde kullanılıyor. Hıdrellez günü, bütün Türk milletinin topluca katıldığı, kutladığı, bir takım töreleri yerine getirdiği bir bayramdır. Hıdrellez’in belirlendiği gün olan 6 Mayıs(5 Mayıs gecesi) kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı gün anlamına geliyor. Yani eskiden halk arasında kullanılan takvime göre yıl ikiye ayrılıyormuş: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturuyormuş. Hıdrellez’den sonra yazın geldiği inancını yaşatan toplumumuz, Hıdrellez’le birlikte artık karakışın geride kaldığını, tabiatın canlandığını ve yaz günlerinin geldiğine inanırmış. İşte böyle bir günü ‘bahar bayramı’ olarak tüm imkânlarıyla, duygularıyla ve sevinçleriyle kutlamaya çalışırlar. Hıdrellez günü hakkında çeşitli rivayetler duyuyor ve okuyoruz. Dilden dile dolaşan ve kültürümüzün bir parçası olan bu rivayetlerden birinde şöyle anlatılıyor: “Hz. Hızır ile Hz. İlyas, hayat suyunu (ab-ı hayat) içmişler ve ölümsüzlüğe kavuşmuşlar. İki arkadaş hayat suyunu içtikten sonra; Hızır karadakilerin, İlyas ise denizdekilerin yardımcısı olmuş. Rivayete göre Hızır ile İlyas 6 Mayıs tarihinde buluşurlarmış ve bu buluşma ile dünya yeşilliklere bürünürmüş. Hızır’ın baharda zor durumda olanlara yardım eden, bolluk, bereket ve sağlık dağıtan, Allah katında ermiş bir ulu ya da peygamber olduğu söyleniyor. Hızır’ın kimliği, yaşadığı yeri ve zamanı belli olmamakla birlikte, baharın baharla vücut bulan taze hayatın sembolü olduğu söyleniyor. Kuran'ı Kerim'de Hızır’la ilgili olarak nakledilen hadisenin Akdeniz'in Samandağ sahillerinde bugünkü Hıdır(a.s.)  makamının bulunduğu yerde geçtiğine inanılıyor. Yüzyıllardır kültürümüz içinde var olan Hıdrellez bayramı,  günümüzde de canlı bir şekilde kutlanmaya devam ediliyor. Hızır ve Hıdrellez’in kökeni hakkında çeşitli fikirler ortaya atılmış. Bunlardan bazıları Hıdrellezin Mezopotamya ile Anadolu kültürlerine ve İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğu yolunda söylentilermiş. Oysaki Hıdrellez Bayramı’nı ve Hızır inancını tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da yazın gelişiyle ilgili bazı tanrılar adına çeşitli tören ve ayinler düzenlenirmiş. Hıdrellez’i de bu çok uluslu kültürler arasında kutlanan bir bayram olarak söyleyebiliriz.
 KUL SIKIŞMAYINCA HIZIR YETİŞMEZ
Mevsimlik bayramlarımızdan biri olan Hıdrellez, Hatay’ımız da farklı etnik kökenli insanlarla, farklı inançlarla ve farklı uygulamalarla fakat aynı inanç doğrultusunda kutlanıyor. Birçok şehirde, kasaba ve köylerde hıdrellez için önceden hazırlıklar yapılır. Bu hazırlıklar, evin temizliği, kıyafet temizliği ve yiyeceklerle ilgili hazırlıklarla başlar. Hıdrellez gününden önce evler baştanbaşa temizlenir. Çünkü temiz olmayan evlere Hızır’ın uğramayacağı düşünülür. Anadolu’nun birçok yerinde Hıdrellez günü edilen duaların ve arzulanan dileklerin kabul olması için sadaka verme, oruç tutma, kurban kesme gibi adetler vardır. Zira tüm bu hazırlıklar Hızır’a rastlamak için yapılır. Hıdrellez kutlamaları, genellikle yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında gerçekleşir. Hıdrellez geleneklerine göre kutlamalarda baharın taze bitkilerini ve kuzu eti ya da ciğer yeme âdeti vardır. Baharın ilk kuzusu yenildiği zaman sağlık ve şifa bulunacağına inanılır. Geçmişten günümüze gelen daha bahsedemediğim bu geleneklerden ve kutlamalardan birçoğu tek bir günde istenilen tüm dileklerin gerçek olacağına inanmalarından dolayı farklı birçok yöntemlerle uygulanıyor. Hıdrellez gününde kırlardan çiçek veya ot toplanıp onları kaynattıktan sonra suyu içilirse hastalıklara şifa bulunacağına, bu su ile kırk gün yıkanılırsa gençleşip güzelleşileceğine inanılır. Günahlardan arınmak için, 41 çeşit ot toplayıp evde bulunan eski hasır ve eşyalardan bir kısmını yakarlar. Yaktıkları ateşin üzerinden atlamakla da yıl içinde kazanılan olumsuz ve kötü alışkanlıkların yok olacağına inanırlar. Hıdrellez akşamı ikindi vaktinden sonra gül ağacının altına insanlar isteklerinin resmini çizerler. Ev isteyen ev şekli, araba isteyen araba şekli, evlilik isteyen sevdiğini canlandıran bir resim çizer ve dilekte bulunurlar. Aynı zamanda dileklerini kırmızı kurdeleye bağlayıp gül ağacına asarlar. Bunu yapmakla o yıl içerisinde isteklerinin gerçekleşeceğine ve Hızır’ın onlara yardım edeceğine inanırlar. Hıdrellez gecesi evin ana giriş kapısına ağaçlardan koparılan yeşil yapraklı dal koyup, kapıya asılan söğüt dalının sağlık getireceğine inanılıyor. Hıdrellez gecesinde, Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Zor durumlarda Hızır'ın yetişmesi ve kurtarması inancı günümüzde de çok yaygındır ve bu inançla bağlantısı olan: "Hızır gibi yetişti" deyimi halkımız tarafından sık sık kullanılıyor.
Kültürümüzün en renkli kutlamalarından biri olan bu kutsal bayram Hatay’ımızda da farklı inançların bir araya gelmesiyle en güzel şekilde kutlanıyor. Sahip olduğu tarihsel doku ile birçok türbe, yatır ve kutsal mekânın bulunduğu Hatay’da Hıdrellez kutlamak bir başka anlam kazanıyor. Özellikle, tuttukları dileklerin akan suya atıldıktan sonra gerçekleşeceğine inanan insanların, Asi nehri kenarında, oluşturdukları muhteşem manzara görülmeye değer. Şehrimizde oluşan bu manzaraya katılıp dilekte bulunmak ise yaşanmaya değer gerçek bir heyecan.


HIDRELLEZE KADAR BİR TUTAM, HIDRELLEZDEN SONRA TUTAM TUTAM
Sevinçlerin ve umutların büyülü bir ortamda paylaşıldığı şölendir Hıdrellez. İçinde hem geçmişi hem geleceği barındırır. Bazen geçmişin pişmanlıkları bazen geleceğin getirdiği beklentiler bir su kenarına sürükler bizi. Su kenarında küçük bir kâğıt parçasına yazılan umutlar belki can bulur su içinde kıvrıla kıvrıla uzanan sonsuz yolculuğunda. Ağır kış şartlarının verdiği karamsarlık ve sıkıntılardan kurtulup bahara ulaşmanın sevincini yaşatan Hıdrellez, evlenmek isteyen kızlar ve erkeklerin kuracakları yuvalarının, servet sahibi olmak, sağlıklı, mutlu bir gelecek elde etmek isteyenlerin, sıkıntılarından ve hastalıktan kurtulmak için dilekte bulunanların bu geleneği değişik ritüellerle değerlendirerek yaşıyor.Hızır inancının yaygın olduğu Hatay’ımız da Hızır’a verilen özelliklerin insanların umutlarına yelken olduğu inancındadır çoğu insan. Hızır, zor durumda kalanlarımızın yardımına koşarak bizlerin dileklerini yerine getirdiği, uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunduğu inancı çok yaygın olarak bilinir. Hızır’ın en çok dertlilere derman, hastalara şifa verdiğine inanılır. Baharın gelişini simgeleyen Hıdrellez’de, Hızır’ın bitkilerin yeşermesine ve insanların kuvvetlenmesine sebep olduğu düşünülür. Ayrıca insanların şanslarının açılmasına yardım ettiği hem de mucize ve keramet sahibi olduğu Hızır’a atfedilen en bilinen özelliklerinden biri.  Hepimizin dileklerinin kabul olmasına umut olan Hızır’ın,  uğur ve kısmet sembolü olduğu söyleniyor. Kışın sona erdiğini ve baharın geldiğini müjdeleyen bu önemli gelenek, ne yazık ki eskisi gibi ne hatırlanıyor ne de ilgi görüyor. Köklü bir geçmişi olan ve Türk mitolojisinde farklı bir yeri olan Hıdrellez geleneği, sevgililer günü, babalar günü, anneler günü gibi günler kadar ilgilenilmiyor. Oysaki Hıdrellez tüm duaların yazıya ve resme döküldüğü zamandır.
Seviyorum bu tür gelenekleri… Çünkü umut dolu, güzellikler dolu… Belki de dileklerin en güzellerinin buluştuğu gün. Kimse kötülük dilemez bu günde. Dilekler, ister tutarlı olsun isterse tutarsız olsun. Hıdrellez, duyguları birbirine bağlar ve korur. Bilinçaltımızda bizi koruyan bir ümit ışığı olarak görüyorum Hıdrellez akşamını. Tüm samimiyetimizle duygularımızı açığa veririz ya da bir kâğıda yazıp asarız mis kokulu güllerin dalına ya da gömeriz köküne.
Bu Hıdrellez gününde ne dilekler tutuldu, hangi hayallerin gerçekleşme hesapları yapıldı, kim bilir! Güzelliklere, berekete, muratlara, kısmetlere gebe olan bu günü keyfiyle yaşamanız dileğiyle…



‘GÜLMECE SANATI BİR HİCİV SANATIDIR’: LEVENT KIRCA




‘GÜLMECE SANATI BİR HİCİV SANATIDIR’: LEVENT KIRCA
Gülerken ağlamaktır tiyatro, ya da ağlarken gülmek, daha doğrusu gülebilmek. Tiyatro, ölümün bile dalgasını tutar. Çünkü yaşamak daha ciddidir ölümden. Tüm acı olayların bir mizahi yanını yakalama sanatı da denebilir tiyatro için. Türk halkının gönlüne taht kuran usta tiyatrocu ve toplumun dertlerine ayna tutan oyunlarıyla Levent Kırca, bazen bir meddah, bazen bir karagöz olarak çıktı karşımıza. Acı hayatlarımızı bizi güldürerek önümüze serdi. Kimi zaman bir sarhoş oldu, kimi zaman bir eğitimci. Ağlanacak halimize onunla güldük yıllarca. Kendimizi onda gördük, düşündük ve onun gözüyle seyrettik dünyayı.
Sohbetimize vesile olan Meclis Kültür Sanat Merkezi’nin sahnesinde gerçekleştirdiğimiz röportajda sempatik tavırları ve tatlı sohbetiyle bizi karşılayan Levent Kırca’yla bol kahkahalı bir söyleşi gerçekleştirdik. 
Cemile Us: Aynanın karşısında nasıl bir Levent Kırca görüyorsunuz? Ayrıca sanat yaşamınızın dışında nelerle uğraşırsınız?
Levent Kırca: Hani diyor ya Yunus Emre: “Ete kemiğe büründüm.”  ben de ete kemiğe bürünmüş, ölümlü, her an ölüme yaklaşan, ihtiyarlayan, nefes alan, sıkıştığı zaman tuvalete giden J bir insanım. Böyle bir Levent Kırca görüyorum aynanın karşısında; halktan, her şeyden önce insan olmaya çalışan. Tabii bunların yanı sıra arkamda da ne varsa onları da görüyorum. Mesela dolap, askıda bir palto, bir kedim var siyam kedisi bazen onu görüyorum. Ayrıca sanat yaşamım dışında resim yapıyorum, heykel yapıyorum, şiir yazıyorum. Arada âşık olup çapkınlık yapıyorum. Hayatı yaşamayı severim yani işte bu kadar.
C.U: Tiyatro’ya ilginiz ne zaman başladı? Levent Kırca imkânı olsa hep tiyatrocu mu olurdu yoksa başka bir mesleğe mi yönelirdi?
L.K: Öğretmen bir annenin, ressam bir babanın çocuğuyum. Sanata uzak olmadığım için tiyatro merakım küçük yaşta başladı. Ben tiyatroda komediyi tercih ettim çünkü insanlar, gülmeyi daha çok seviyor. Ayrıca güldürmek, ağlatmaktan daha zordur. Hep tiyatrocu olmak isterdim. Şimdi tiyatroculukta bütün meslekler var. Her şey oluyorsun sahnede. İnsanlara hizmet edebiliyorsun, insanlarla iletişim kuruyorsun, insanlara bir şey öğretiyorsun, insanlara mesaj veriyorsun, insanlara okul öğretmenliği yapıyorsun... Atatürk’ün sözüyle: Her şey olabilirsiniz. İşte sanatçı olmak ve olabilmek böyle bir şey. Bu mertebede bulunmak ve bu insanların sevgisine mazhar olmak çok önemlidir. Sanatçılık, çok ulvi ve güzel bir meslek olmakla birlikte insanları mutlu etmek bu işin paha biçilmez yanıdır. Bu duyguları tatmaya devam etmek için sürekli şükretmek lazım diye düşünüyorum çünkü ben öyle yapıyorum.
BİZLER NASRETTİN HOCA’NIN TORUNLARIYIZ
C.U: Çoğu insan tiyatroya gülmek ve eğlenmek için gider. Sizce tiyatro gülmek için midir yoksa farklı bir tarifi var mıdır?
L.K: Aslında klasik tarifiyle sadece bir güldürü olması mümkün değil. Biri bir şey söylediği zaman da birisi düştüğü zaman da gülersin. Ama ironik güldürme, bir şey söyleyerek güldürme, eleştiri yaparak güldürme, mesaj vererek güldürme, taşlayarak güldürme; işte esas güldürme bunlardır. Kaldı ki bizim ülkemiz Nasrettin Hoca ülkesidir ve bizler Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız. Dolayısıyla Nasrettin Hoca fıkraları hep taşlayan, hicveden, bir şeyler söyleyen fıkralardır. Onun için bizdeki güldürünün de özellikle böyle olması lazım. Kilimimiz kilimdir, lokumumuz lokumdur, Türkümüz Türküdür o zaman mizahımızın da mizah gibi olması gerekiyor. Gülmece sanatı bir muhalefet sanatıdır. Bu muhalefet sanatının içinde karikatürler de fıkralar da vardır. Ama eleştirel bir şey söyleyen fıkralar olmakla birlikte bunların hepsi dramaya girer. Eskiden komedi ile trajedi başlangıçta bir bütün iken zamanla komedi, dramdan da trajediden de daha önemli bir hal aldı. Türk mizahı diye bir mizah var. Nasıl Türk’ün Türküsü, ozanı, Âşık Veysel’i varsa Türk’ün mizahı da var.
C.U: Türkiye’nin tiyatroya olan bakış açısını değerlendirecek olursanız neler söylersiniz?
L.K: Türk insanı yapısı itibariyle sanatı ve eğlenmeyi sever. Tiyatro bir eğlence sanatıdır. Sanattır ama eğlencedir, ayrıca eğlendirirken da eğitmektedir. Onun için Türk halkı sanata, tiyatroya, komediye, türkülerine, şarkılarına sıcak bakar. Ama bunu ne yazık ki ülkeyi yönetenler tanzim ederler. Yani sanatçılarla, tiyatrocularla halkı buluşturmazlar. Oysaki sanat aydınlatır, sanatçı aydınlatır. Sanat sosyal olmakla birlikte muhalefette yapan bir şeydir. Sağın ve hükümetin sanatı olamayacağı için hükümetin şarkısını söyleyen bir şarkı ve hükümetin dediğini söyleyen bir tiyatro oyunu da olmaz. Ancak muhalefet olursa olur. Onun için halk ozanı, Pir Sultan Abdallar ve Yunus Emreler vardır.
C.U: Onlarca farklı karakteri canlandırıyorsunuz? Bununla birlikte bunların içindeki güldürü unsurunu nasıl yakalıyorsunuz?
L.K: Güldürü unsuru yani aksayan bir şeyi ele alırsın. Yani kapının önünde belediye gelip çöpünü topluyorsa burada mizah yoktur. Ama belediye çöpleri toplamıyorsa kapının önünde çöpler yığılmıştır. Sinek yapmaya başlar, fareler gelir, kediler eşeler, köpekler torbaları patlatır. Ne bileyim işte sen çöpün üstünden atlayarak gelip gitmeye başlarsın. İşte o zaman mizah kendiliğinden devreye giriyor. Zaten sosyal mizah dediğimiz sosyal içerikli mizah da bu şekilde devreye giriyor. Böylelikle bu durum mizahçının gözüne kendiliğinden girer hatta batar. Ya da bir mizahçı bunu doğal ortamda görür, gözlemler ve işin o tarafını bulur. Yeter ki o gözle bakmasını bilsin.
C.U: Hatay’a ilk defa mı geliyorsunuz? Hatayla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
L.K: Hatay’a 3 ya da 4 defa geldim. Aslında Hatay’ı çok detaylı tanımıyorum ama gerek tarihi itibariyle gerek insanları ile çok sıcak bir şehir. Ayrıca dayanılmaz bir sıcağı da var Hatay’ın. Yemekleriniz çok güzel hatta tam benlik. Biberli yemekleriniz, oruğunuz, künefeniz, mezeleriniz çok güzel. Zaten mutfağınız çok zengin yani farklı kültürlerin mutfağı olduğu için çok leziz yemekleriniz var. Hatay’a geldiğimde kendimi yemeklerinizden alamıyorum ve her geldiğimde farklı bir tatla tanışıyorum.
Hatay mutfağının lezzetlerini iyi bilen Levent Kırca,  mizahın en güzel lezzetlerini de izleyicilerini sunuyor. Tiyatro sanatı, içinde her türlü duyguyu besleyen evrensel bir sanattır. Çünkü tiyatro insanların içinde bulundukları durumları öykülendirerek insanların bu öykülerden en iyi mesajı çıkarmalarını sağlar. Bu nedenle tiyatronun önemi hiçbir şekilde yadsınamaz. Levent Kırca’ya tiyatro ile bilgilerini bizimle paylaştığı için teşekkür eder, daha nice sanatlı ve tiyatrolu bir yaşam dileriz...  

Binlerce Kez Tekrarlanan Ezber: TOPRAK KAP





Hesap kitapla yapılan bir iş değil, zamanla oluvermiş bir tecrübenin ve yüzlerce, binlerce kez tekrarlanan bir ezberin sonucudur, çamurun toprak bir kaba dönüşmesi

Toprakla özel bir bağ vardır aramızda,  bizim de mayamız aynı hamurdan olduğu için midir bilinmez topraktan gelen toprağa döner deyişini duymayanımız yoktur. Belki de bu yüzdendir toprağa olan bu yakınlığımız.  Çünkü aşımız, işimiz, emeğimiz olmuştur toprak hem de yüzyıllar boyu.
Yokluk zamanlarını anlatan büyüklerimizin mutfakla ilgili hikâyelerinde hep bir toprak kap vardır. Eskilerde ve günümüzde ev halkının bağdaş kurup oturduğu sofralardaki aşa, lezzet veren de toprak kaptır onlara göre. Eski zamanların gizli sevdalarına tanıklık eden de çeşme başında bir toprak su testisi değil midir? İşte insanoğlunun bildiği en eski zanaat olan toprak kabı sizlere yeniden hatırlatmak ve sizleri biraz da olsa geçmişe götürmek için toprak kabın yapımını anlatmak istedik bu sayı.
Anadolu’da toprak kap zanaatının oluşumu bin yıllık bir geçmişe sahip. İnsanoğlu toprağı ilk şekillendirmeye başladığı zamanlarda önce suyu, sonra toprağı, sonra da ateşi kullanmış.  İlk kez Paleolitik dönemin sonlarında toprak kaplar yapılmaya başlanmış. Bulunan en eski toprak kapların tarihi M.Ö. 16,000’e kadar uzanıyor.
Birçok ilke ve yeniliğe ev sahipliği yapan Hatay,  bu zanaat dalında da yüzyılların izlerini taşıyor. Toprak kap yapımında kullanılan kırmızı kayrak toprak, Türkiye’de olmayan ve hatta bunun yanında Yayladağı ilçesi dışında Hatay’ın da başka hiçbir bölgesinde bulunmayan bir toprak türü. Toprak Kap yapımı Yayladağı’nın merkezinde ve belli başlı köylerinde varlığını halen devam ettiriyor. Bilinen adı toprak kap olan bu zanaat için ise buranın yerlileri Arapça kökenli bir kelime olan  ‘Kasğa’ terimini kullanıyorlar. 
Yayladağı’na bağlı olan ve ilçe merkezine 15 km uzaklıkta bulunan Görentaş Köyü(eski adıyla Nişrin),  toprak kap zanaatının en yaygın olduğu bölgelerden biri. Kurutmaya elverişli olduğu için, Kasğa yapımı için en ideal mevsim yaz. Köy halkı genellikle Haziran sonu Temmuz başı gibi üretime başlıyor. Köyün yerlileri kırmızı kayrak toprağı köyde bulunan bir tepeden elde ediyorlar. Suriye sınırına 1 km mesafede bulunan Çamyazı dağının eteklerinde bulunan toprağı çuvallara doldurdukları gibi evin yolunu tutuyorlar. Köy halkı buradaki kırmızı topraktan yararlanarak toprak kap zanaatını devam ettiriyor ve geçimini sağlamaya çalışıyor. Ürettikleri toprak kapları genellikle Altınözü, Samandağ, Antakya, Kırıkhan ve Reyhanlı ilçelerinin köylerine satıyorlar.
TOPRAKTAN ÇAMUR, ÇAMURDAN DA HAMUR
Yıllardır nesilden nesile aktarılan bu sanatı hala devam ettiren ve geçimini toprak kaptan sağlayan Göksu ailesinin reisi Osman Bey ile toprak kap üzerine sohbete başlıyoruz merakımıza daha fazla yenik düşmeden. Osman Bey ; ‘Dedem babama, babam bana, şimdi ben de çocuklarıma toprakla neler yapabileceğimizi, geçimimizi sağladığımız bu mesleği nasıl devam ettireceğimizi öğretiyorum.’ diyerek başlıyor sözlerine. İmece usulü, anneden babaya, çocuktan toruna herkes toprak kap yapımında bir görev alıyor. Evin erkekleri bin bir zahmetle topladıkları toprakları çuvallara doldurup evin avlusuna getirip elek yardımı ile süzüyorlar. Tüm işlemler aile içi iş bölümü ile evin bahçesinde yapılır. Elekten süzülen toprakla suyun birleşmesi ile hamur kıvamında toprak elde ediliyor. Sonrasında evin bayanları hamuru bir güzel yoğurarak elleriyle kalıpların üstünde şekil vermeye başlıyorlar. Vereceğiniz şekle göre ayaklı veya motorlu döner tablada istediğiniz şekli de verebilmek mümkün diyorlar. İşlem bittikten sonra Nemini çeksin diye kabın altına konan mukavva kapla beraber güneşe bırakılıyor. Toprak kaplar dediysek o kadar kolay değil toprağı elle tutulur hale getirmek. Anlatınca belki kolay geliyor insana fakat gördüğünü söyleyen bir insan olarak yapımının çok emek istediğini söyleyebilirim.
Marifetli usta ellerin sabırla parmaklarının arasında kıvrılan çamur, acemi bir meraklının elleri arasında kolaylıkla kayıp gidebiliyor.  Hesap kitapla yapılan bir iş değil, zamanla oluvermiş bir tecrübenin ve yüzlerce, binlerce kez tekrarlanan bir ezberin sonucudur, çamurun toprak bir kaba dönüşmesi. Tabii Fahriye teyze yıllardır bu sanatı gerçekleştirdiği için o kadar hızlı ve pratik ki gözlerimi ondan alamıyorum doğrusu. Yapımını büyük bir hayranlıkla izlediğim bu sanatın malzemesi ve yapım aşaması aynı olmasına rağmen iş şekil vermeye gelince marifetli eller devreye giriyor.
TOPRAĞIN ATEŞLE DANSI
Ateşi keşfeden insanoğlu aynı dönemde ateşin pişirdiği toprakla tanışarak medeniyet yolunda büyük bir engeli aşmış.
Hammaddesi kırmızı kayrak toprak ve ateş olan toprak kabı değerli kılan en önemli unsur, onun ateşle geçen uzun ve zorlu sınav sonucu kavuştuğu sonsuz ömrü. Yapılan toprak kaplar toprağın altında kuyu şeklindeki fırınların içerisine yavaşça içerisine yerleştiriliyor. Toprak kaplar boş yerleri çalı çırpı ile örtülerek ateşe veriliyor ve ateş kendiliğinden sönene kadar sabırla bekleniliyor. Fırının içerisindeki hava delikleri ise ateşin daha kuvvetli yanmasını sağlamak için Kapların çatlamaması içinse soğuması gerekiyor. Kapların fırından çıkarma işlemi bittikten sonra, kapların kırılmalarını önlemek amacıyla aralarına saman veya ot doldurularak paketleniyor. Kapların kullanıma hazır olması için içlerine belirli miktarda zeytinyağı ve kaya tuzu karışımı konularak kabın her tarafı bu karşımla sıvanıyor Tuz ve zeytinyağı karışımı ise kabın daha uzun ömürlü olması için kullanılan diğer maddeler.

TOPRAKLA GELEN LEZZET
Tandır, toprak kapların en büyüğü ve yapımı en zahmetli olanı. Genişçe açılan hamur bir tekerleğin etrafına sarılarak tandırın parçaları oluşturuluyor. Tek tek kurutulan parçalar bir bütün haline getirilerek tandır halini alıyor. En önemli aşama bu yapılan toprak kapların soğuk ve karanlık odalarda kurutuluyor olması. Aksi halde toprak kapta çatlamalar olabileceğini dile getiriyor Fahriye Teyze. Yöremizin vazgeçilmez tatları olan biberli ekmek, katıklı ekmek, gözleme ve tandır ekmeği gibi lezzetlerin sırrı işte bu emekle yoğrulan tandırda. İhtiyaçlarının çoğunu bu toprakla karşılayan Fahriye Teyzenin dediğine göre eskiden yemeklerini, çaylarını mini ocak şeklinde yaptıkları toprak kaplar üzerinde pişiriyorlarmış. Bu toprağın ve toprak kaplarının en bilinen özelliği ise ısıya dayanıklı olmaları. Bu toprak kaplarda aklınıza gelebilecek her türlü yemek pişirilebiliyor hatta yoğurt uyutanlara bile rastlamak mümkün. Toprak kapta pişen yemeğin tadı lezzeti bir başka oluyor. Bir diğer özelliği ise toprak kapta pişen yemeğin sağlıklı ve lezzetli olması,  yemeğin kendi besin değerlerini taşıyarak sıcak bir şekilde kalması.

İnsanlığın ve medeniyetin var olduğu günden günümüze kadar gelen süreçte el zanaatlarının belli bir dönemden sonra önemini yitirdiği ve yerini modernleşmeye bıraktığı görülür. Toprak kaplarla bu modernleşmeden nasibini alarak yerini çelik ve bakır kaplara bırakıyor. Bir kültür öğesi olarak aktarılan bu el zanaatı, Anadolu’ nun belli başlı kırsal kesimlerine hapsolmuş durumda. Toprak kapları günlük ihtiyaçları karşılamaktan çok otantik restoranların başköşesinde ve yine eskiyi andıran süs eşyaları olarak hayatımızda yer almaya devam ediyor. Bu zanaatları halen devam ettiren ustalar ise saygı duyulması ve hatırlanması gereken örnek kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Belki de el zanaatlarının bize bu kadar yabancı gelmesi dikkatimizi çekmesi ve geçmişlerine olan o merakımız bu yok olmaya yüz tutmuşluktan kaynaklanıyor. Ve bu yüzdendir ki hep eskiyi özlüyoruz.