Cemile US Diyor ki;
19 Ekim 2012 Cuma
11 Ekim 2012 Perşembe
UNUTULMUŞLUĞUN İNADINA BAKRAS KALESİ
UNUTULMUŞLUĞUN İNADINA BAKRAS KALESİ
Düşmanlardan korunmak ve
saldırılarına engel olmak için kalın duvarlarla yapılan, İçinde askerlerin
barınacağı bölümlerin bulunduğu büyük yapı olan kaleler. Bugünün ne toplum
hayatı anlayışında ne de savunma anlayışında bir önemi kalmayan kaleler. Tarihimizde
büyük önem taşırken artık eski önemini yitiren kaleler. İşte o kalelerin en çok
gelişme gösterdiği ve sahip çıkıldığı tek dönem olan Ortaçağ’a ait BAKRAS
KALESİ…
Bakras
Kalesi, Antakya-İskenderun karayolunun 27. Kilometresinde batıya ayrılan yolda,
adını bu kaleden alan Ötençay Köyünün (eski
adıyla Bakras Köyü) içerisinde yer alıyor. Ötençay köyüne 4 kilometre mesafede
yer alan kale, Amanos dağları eteğinde sarp bir tepe üzerinde kurulmuş şato
gibi muazzam görünümüyle bizleri karşılıyor.
Adını nerden aldığını merak ettiğimiz kale hakkında öne sürülen rivayette;
Ammuri Kralı Dakianus tarafından bu kalenin inşa ettirildiği söylentisiymiş.
Dakianus yaz aylarında çocukları ile günümüzde Gülcihan denilen İskenderun-
Arsuz arasındaki kıyıda tatil yapıp Suriye’ye dönerken, geçtiği Kızıldağ
üzerinde sarp bir tepede, karısı Bağrez bindiği attan uçuruma düşerek ölmüş.
Dakianus çok sevdiği karısının ölümü üzerine onun adını verdiği bu kaleyi inşa
ettirmiş. Bağrez ismi zamanla Bakras olarak değişmiş. Belki aylarca belki
yıllarca tek tek intizamla yapılmış el yapımı olan ve sevginin inşa ettirdiği
kale, halen dimdik ayakta karşımızda duruyor. Baharın geldiği bu aylarda
yapacağınız bu tarihi gezi size huzur verecek. Kalenin hemen altında kurulan
köyün güneyinden patika bir yol ile kaleye ulaşılıyor ve doğu cephesinde olan
giriş kapısına gidilebiliyor. Yolculuğumuz esnasında köy girişinde bizi
karşılayan henüz yeni çiçek açmış ağaçlar ve özgürlüğün tadını çıkaran kuşların
görüntüsü görülmeye değer. Kalenin patika ve rampa yolunda ilerlerken
fotoğrafçımız Ali Fuat Beyin dikkatini çeken, yorgun ve yalnız tek bir ağaca rastlıyoruz.
Tıpkı Bakras Kalesinin unutulmuşluğu gibi ağacın da kalenin de yalnızlığı ve
buna rağmen verdikleri yaşam mücadelesi gözden kaçmıyor. Fotoğrafını
karelediğimiz ağacı geride bırakarak Bakras Kalesine olan yolculuğumuza devam
ediyoruz. Her yeri yemyeşil alanlarla çevrili olan bu doğa harikası köyde o
büyüleyici mimarisinden hiçbir şey kaybetmemiş olan Bakras Kalesi ile
buluştuğumuz ana geldik. Sağım solum önüm yemyeşil, güneşin pırıltıları ve sobe,
arkamda Bakras Kalesi. Kale, kuzey ve güney tarafı derin vadilerle ayrılan çok
yüksek bir tepe üzerinde kurulmuş. Kare bir plan görünümünde olmasına rağmen,
doğu ve güney cephesi bir yay çizmekle beraber, batı kısmında dar bir koridor
ve kuzey tarafında derin bir uçurum bulunuyor. Yapımında çoğunlukla kesme
taştan inşa edilmiş olan kalenin, bazı kaba duvarlarında yığma taş kullanılmış.
Kalede dikkatimizi çeken su kanallarının izleri hala kalıntılarını korumaya
devam ediyor. Kalenin suyu köyün güney tarafında bulunan vadideki su
kaynaklarından temin edilirmiş. Fakat kale duvarları günümüzde vadideki su
kaynakları sebebiyle rutubetten yemyeşil olmuş.
Tarihi çok
eski olan kalenin hakkında günümüzde ileri sürülen ayrıca oldukça ilgi çeken ve
merak uyandıran bir rivayeti hatırlatmak istiyorum. Bahsi geçen rivayet, Bakras Kalesinde Tapınak Şövalyelerine ait tonlarca
altının saklı olduğu yönünde idi. Bağışlar ve savaşlarda edinilen ganimetlerle,
dünyada önemli bir söze sahip olan Tapınak Şövalyelerinin, geçmiş yüzyılda sahip
olduğu altınlarmış bunlar. Düşünsenize 1015 yıl önce Haçlı Seferlerinde
kazanılan tonlarca ganimetin her kalenin altında gömülü olduğu rivayeti gibi
Bakras Kalesinde de var olduğu söyleniyor. Hayliyle ortada tonlarca altının var
olduğu iddiası bizleri de hayrete düşürüyor. Son olarak Bakras Kalesini
Antakya’daki tapınak şövalyeleri tarafından yapıldığını öne süren bir grup tarikat,
kaleyi ele geçirerek kutsal mekânları haline getirmeyi amaçlıyorlarmış. Başka bir söylenti
ise, kalenin tarihinin Hellenistik devre
kadar çıkmakta olup İskender’in M.Ö. 304’te buradan geçtiği sırada kalenin var
olduğu düşünülmekteymiş.
KALE GÜÇLER DENGESİNE GÖRE EL DEĞİŞTİRMİŞ
Söz konusu
olan Bakras Kalesinin rivayetlerinin yanı sıra, kale önceleri Belen geçidinin
girişini koruma gayesine hizmet etmiş. Bununla birlikte Akdeniz ile Ortadoğu’ya
açılan çok önemli bir geçit görevi de görmüş. Bakras Kalesi zaman zaman Haçlılarla Eyyubiler arasında el değiştirmiş
olup Romalılar, Bizanslılar ve Haçlılar tarafından da kullanılmış. Antakya’nın
kurulmasından sonra da bu bölgeye hükmetmek isteyenler arasında önemli bir
çatışma alanı gibi görülmüş olup, kale güçler dengesine göre el değiştirmiş. Birkaç defa el değiştirdikten sonra Tapınak Şövalyeleri' nin eline geçen kale 1268
yılında Baybars tarafından kuşatılarak zapt edilmiş
Daha sonraları ise Haçlılar döneminde Antakya
Prensliği’nin kuzeydeki en önemli savunma noktalarından biri olmuş. Son olarak Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında
1516 yılında Osmanlıların ellerine geçerek son zamanlarına kadar kullanılmış. Önemli
bir güvenlik ve kontrol noktası olan Bakras, bölgede Osmanlı hâkimiyeti ve
sınırların genişlemesi sonucu bir iç kale haline gelmiş ve önemini zamanla
kaybetmiş. Birkaç kademe halinde yapılan yuvarlak ve yüksek kale
burçlarının mevcut kısımları taşıdıkları özellikten dolayı Ortaçağ’a ait olduğu düşünülüyor.
Ötençay köyü yerlisinin anlattığı bir
diğer rivayette; kale çok eski dönemlerde aslında 7 katlıymış. Ama zamanla
6 katı çökmüş ve günümüzde 1 kat olarak hala ayakta duruyor. Köyün içinde
kalenin suyunu temin ettiği Andik pınarı da hala tüm berraklığı ve keskin
soğukluyla akmaya devam ediyor.
KÜLTÜR MİRASLARIMIZA SAHİP ÇIKALIM
Bakras
Kalesi, aslında yalnızlığına terk edilmiş olmayıp virane ve bakımsız
bırakılmasaydı, tam tamına turizm cenneti olabilecek potansiyelde bir tarihi
değerimiz. Keşke restore edilse ve kale içinde bilgi verici belgeler olsa,
turistlerin ziyarete geldiklerinde o tertemiz hava eşliğinde kocaman bomboş
yeşillik alanların içine çay bahçeleri yapılsa, keşke bu yer turizme
kazandırılsa diyorum kendi kendime. Aslında insanlık tarihi içerisinde birçok
olaya tanıklık etmiş, binlerce atlının binlerce medeniyetin geçtiği Bakras
Kalesi için birçok konuda keşke diyebilirim. Daha sonra kendime şu soruyu
soruyorum ve böylesi güzel bir yer neden yalnızlığına terk edilmiş diyorum? Tarih
ve kültür mirasımıza verdiğimiz önemsizliğin bir göstergesi olarak kale, tüm
unutulmuşluğuna ve bakımsızlığına rağmen belki de bizleri utandırmak için
inatla ayakta kalmaya çalışıyor. Kalenin, doğaya karşı verdiği amansız yaşam
savaşına eğer müdahale edilmezse ne yazık ki yenilmeye muhtaç bir tarihi eserimiz
olacak gibi görünüyor. Kale üzerinde taşıdığı tüm tarihin izlerini silerek bir gün
yok olup gidercesine sahiplenmeyi bekliyor. Eğer sahiplenilmezse Bakras Kalesi
de tarihin karanlığında eriyip giden diğer değerlerimiz gibi yok olmaya yüz
tutuyor...
BEDENİN ÇÖZÜMLENEN SIRLARI
BEDENİN
ÇÖZÜMLENEN SIRLARI
Pilatesi henüz keşfetmediniz mi? Uzun ve ince bir siluet, güçlü sırt ve kalçalar, sakin bir zihin... Nasıl mı? Pilates ile... Eğer ideal bir vücuda sahip olmak istiyor ve doğru egzersizleri arıyorsanız, buna sırt ve karın kaslarıyla başlayın. Yorucu egzersizler yaparak kalbinizi yormak istemiyorsanız, pilates tam aradığınız egzersiz şekli! 10 saat sonra iyi hissedeceksiniz; 20 saat sonra daha iyi görüneceksiniz; 30 saat sonra yepyeni bir görünüme sahip olacaksınız, diyor Joseph Pilates...
Pilatesi henüz keşfetmediniz mi? Uzun ve ince bir siluet, güçlü sırt ve kalçalar, sakin bir zihin... Nasıl mı? Pilates ile... Eğer ideal bir vücuda sahip olmak istiyor ve doğru egzersizleri arıyorsanız, buna sırt ve karın kaslarıyla başlayın. Yorucu egzersizler yaparak kalbinizi yormak istemiyorsanız, pilates tam aradığınız egzersiz şekli! 10 saat sonra iyi hissedeceksiniz; 20 saat sonra daha iyi görüneceksiniz; 30 saat sonra yepyeni bir görünüme sahip olacaksınız, diyor Joseph Pilates...
PİLATESTE
DÜN VE BUGÜN
Çok iyi bir fiziğe sahip olmak, vücudumuzda uyum ve
sakinliği yakalamak hepimizin ortak arayışıdır. Bu yüzden Joseph Pilates’in sözleri nasıl da
çekici geliyor insana. Pilates nasıl mı ortaya çıktı? Pilatesin kısa
tarihini sizler için araştırdık. Pilates, 1880 yılında Düsseldorf doğumlu olan
Joseph Pilates tarafından geliştirilerek meydana gelmiş. Çocukluğunda astım ve
raşitizm gibi rahatsızlıklarla mücadele eden Pilates’in, geçirdiği bu
rahatsızlıklar sebebiyle vücut direnci azalmış. Antik Yunan ve
Roma’da kullanılan atletizm tekniklerini, Uzakdoğu spor ve savaş sanatlarını ve
yoga tekniklerini inceleyen Joseph Pilates, bütün bunları anatomi bilgisi ile
birleştirerek hepsinin sentezi olabilecek teknikler üzerinde çalışmış. Ayrıca pek çok
spor dalıyla yakından ilgilenen Pilates, kendi kendine geliştirdiği bazı
hareketlerle, yatar pozisyondayken direncini yeniden kazanabildiğini fark
etmiş. Bunlar üzerinde yoğun olarak çalışmış ve ortaya bir dizi egzersiz
hareketleri çıkmış. Kendi soyadıyla tanıttığı bu egzersiz programını, I. Dünya
Savaşı’nda sakatlanan askerleri yeniden sağlıklarına kavuşturmak için de
kullanmış ve olumlu sonuçlar almış. 1926 yılında NewYork’ta
kendi stüdyosunu açan Pilates, 1967 yılında hayata veda edene kadar bu stüdyoyu
çalıştırarak sağlıklı yaşam konusundaki çabalara büyük katkıda bulunmuş ve geliştirdiği
sistem, günümüzde bütün dünya tarafından en çok tercih edilen egzersiz
sistemlerinden biri haline gelmiş. Bütün bu gelişmeler ışığında pilates,
yine bütün dünyanın kabul gördüğü fizyoterapi temelli bir rehabilitasyon
yöntemi haline gelmiş.Pilatesi bir spor dalı olarak görmek mümkün değil; zira
müsabakası, hakemi, sporcusu, yarışması ve uluslararası kuralları yok olması da
mümkün değil. Tüm dünyada da bu şekilde kabul görmekte. Kas ve iskelet
sisteminde oluşabilecek problemleri engellemek için mesela bel fıtığı, boyun
fıtığı, boyun düzleşmesi gibi problemler sonrası da koruyucu olarak
uygulanabilir. Doktor ve fizyoterapistlerin tedaviyi destekleyici amaçlı
egzersizlerin sürekli hale getirilmesi amacıyla da pilates uygulanabiliyor.
Aslında pilates, bir spor dalı olmanın çok daha ötesinde tedavi sonrası
iyileşme sürecinin olduğunu kanıtlar nitelikte.
PİLATES NEDEN YAPILMALI?
Joseph Pilates tarafından geliştirilen
egzersiz türü olan bu spor, son yıllarda oldukça popüler oldu. Çünkü hem
vücudun duruşunu iyileştiriyor hem esnekliğini artırıyor hem de kasları hele de
özellikle karın, sırt ve kalça kaslarını güçlendiriyor. Pilatesi diğer
egzersizlerden ayıran en önemli özelliği ise bir ağırlık çalışmasından farklı
olarak kaslarımızı uzatması ve vücuda uzun, ince bir görünüm kazandırması. Ayrıca
Pilates, güçlü bir zihin ve beden bağlantısı geliştirmenin önemine de vurgu
yapmakla birlikte egzersizlere nefes alma tekniklerini de katıyor.
Konsantrasyon, esneklik ve gücün bu şekilde bir araya getirilmesi, bütün dünyada
dansçılar ve aktörler için olduğu kadar; sporcular, iş adamları ve öğrenciler
açısından da son derece çekici bir egzersiz halini aldı ve almaya da devam
ediyor. Pilates’e göre vücut merkezi, derindeki kaslarla bel kemiğine en yakın
kaslardan oluşuyor ve kas yapısı bir bütün haline getiriliyor. Kilo vermeseniz de
ince görünmenize, metabolizmanızın hızlanmasına ve dayanıklılığınızın artmasına
yardımcı oluyor. Omurganın düzgün kullanılmadığı, vücut dengesinin bozuk olduğu
oturuş şekilleri, yanlış oturuş pozisyonlarında uzun süre kalınması ve tekrarlanan
hareketler vücudumuzda birçok ağrıya sebep oluyor. Bunun yanı sıra bu duruş
bozukluklarıyla kaslarda gerilme, yorgunluk ve stres, giderek ağrılı kas spazmlarına
ve kişilerde sırt, boyun ve bel gibi ağrı şikâyetlerine yol açabiliyor. İşte Pilates
metodu, zihnin kaslar üzerindeki kullanımını desteklediği için az önce
belirttiğimiz sorunları ve bunların yol açtığı sonuçları ortadan kaldırabilme imkânı
doğurabiliyor. Pilates egzersizlerinde en önemli faktörlerden biri de denge.
Pilates uygulamasında eğitmenler, omurganın ve kas topluluklarının birbirini
dengeli bir şekilde desteklemesini istiyor. Çünkü tüm kaslar adil bir biçimde
çalıştırılıyor ve iskeletle orantılı bir bütünlük içine girmesi sağlanıyor. Bu
sağladığı fonksiyonların yanı sıra birde vücudumuza büyük oranda esneklik gücü
de veriyor. Bunu öyle içten yapıyor ki omurların arası bir parça açılıyor ve
boyunuz da buna bağlı olarak birkaç santim uzayabiliyor. Sonuç olarak, “Pilates
neden yapılmalı?” sorusuna; Zihin ile vücudu ilişkilendirmek ve çalıştırmak amacıyla;
dayanıklılık, esneklik ve kas gelişimi ile vücudun hareket kabiliyetini ve
vücut duruşunu geliştirmesine yönelik yaptığı büyük kanıtları bir cevap olarak
sizlere sunabilirim.
HAMİLELİKTE
PİLATES UYGULAMASI
Hamilelikte aldığınız kilolardan, vücudunuzun
şeklini kaybetmesinden artık korkmak yerine, bu durumda kendinize ve bebeğinize
en sağlıklı ve en sakin hayatı pilatesle verebilirsiniz. Pilates,
doğum öncesinde, doğum sırasında ve sonrasında sizi güçlendiren, doğuma
hazırlayan ve doğum
sonrası eski formunuza hızlı bir şekilde
dönmenizi sağlayan muhteşem bir sistem. Pilates'te yapılan esneme egzersizleri,
kasılmaları rahatlatıp, tutulma ve ağrıları azaltıyor. Pilateste ana temel olan
nefes egzersizleri de normal doğum için çok iyi bir hazırlık diyebiliriz. Aynı zamanda,
egzersizler doğum esnasında annenin daha rahat olmasını sağlıyor. Ayrıca, el ve
ayak bileklerindeki ve bacaklardaki ödemin atılmasına, şişliklerin inerek derinin
rahatlamasına ve kan dolaşımının hızlanmasına da yardımcı olabiliyor.
HATAY’DA
PİLATES
Son zamanlarda bir pilates çılgınlığıdır almış
başını gidiyor, belki dikkatinizi çekmiştir. Ünlü ve popüler oyuncular,
şarkıcılar son derece formda vücutlarını pilates ile şekillendirdiklerini
açıklıyorlar. Biz de Hatay’da pilatesin ne durumda olduğunu ve ne derece
talebin olduğunu merak ettik. Melekler
Kulübü kurucusu ve aynı zamanda spor eğitmeni olan Zarife Zan ile sizler için söyleşi yaptık. Zarife Hanım: “Güçlü bir
zihin-beden koordinasyonu geliştirme esasına dayanan pilates, ülkemizde
yeni yeni tanınmaya ve yaygınlaşmaya başladı. Ayrıca, Hatay’da pilatesi
doğru, sağlıklı ve bilinçli bir şekilde tanıtmaya ve insanları yönlendirmeye
çalışıyoruz. Pilatese olan talep, kadın ve erkek olmak üzere zamanla artıyor. Pilatesi
herkes yapabilir ve sağlıklı yaşam için herkesi pilatese davet ediyorum.
Pilates; yaşlılar, hamileler, bedensel engelliler gibi, fiziksel olarak her tür
spor ve egzersizi yapma imkânı bulunmayanlar için de ideal bir spor” diyor ve
sözlerine, “Pilatesi ileriye bir yatırım olarak görün!” mesajını da ekleyerek
Hatay’daki yaşam potansiyelini yükseltmeye çalıştığını ortaya koyuyor. Ayrıca, “Sağlıklı
ve mutlu bir yaşam demek, huzurlu bir toplum demek.” sözleriyle de Hatay’ı
pilatese yönlendirme adına isabetli bir mesaj verdiğini söyleyebiliriz. Şu an
Hatay’da birkaç spor merkezinde pilates eğitimi alma şansımız olduğunu ve
pilatesin antrenörler eşliğinde yani bilinçli yapılması gerektiğini vurgulayan Zarife
Hanım, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam için sporun hayatımızda daima olması
gerektiğini de sözlerine ekliyor. Pilates’in yaşı yok, daima genç ve sağlıklı
kalmak isteyenlere hangi alanda olursa olsun sporu hayatınızın vazgeçilmezi
yapın diyor, sağlıklı günler diliyoruz.
ZAMANLA YARIŞAN ZAMANI YAŞAYAN KADIN
ZAMANLA
YARIŞAN ZAMANI YAŞAYAN KADIN
Yılların eskitemediği bir isim olan Ayşegül Aldinç, seneler geçtikçe her defasında farklı alanlardaki başarılarıyla karşımıza çıkıyor. Daha çok sanat yaşamında adını müzik dalında duyuran Ayşegül Hanım, bunun yanı sıra farklı alanlarda da kendini ispatlayan başarılı bir sanatçı. Şarkıcılıkla başlayıp, oyunculuğa ve köşe yazarlığına kadar her alanda kendini kanıtlıyor.
Yılların eskitemediği bir isim olan Ayşegül Aldinç, seneler geçtikçe her defasında farklı alanlardaki başarılarıyla karşımıza çıkıyor. Daha çok sanat yaşamında adını müzik dalında duyuran Ayşegül Hanım, bunun yanı sıra farklı alanlarda da kendini ispatlayan başarılı bir sanatçı. Şarkıcılıkla başlayıp, oyunculuğa ve köşe yazarlığına kadar her alanda kendini kanıtlıyor.
Ayşegül Aldinç’in elini attığı her işte
başarıyı, profesyonel olarak sürdürmesi ile birlikte göz alıcı güzelliği de
gözlerden kaçmıyor. Günler, yıllar geçiyor, zaman su gibi akıyor ve Ayşegül
Aldinç günler geçtikçe, zaman aktıkça daha da güzelleşiyor. Şimdilerde belli
bir yaş sonrasında bir kadının, genç bir kız kadar çekici olabileceğinin tek canlı
kanıtı diyebiliriz. Ayşegül Aldinç ile müzik, sinema, dizi ve yaşama dair her
şeyi, ayrıca güzelliğinin sırlarını sizler için konuştuk.
KARARLARIM
DOĞRULTUSUNDA YÖN BULDU TERCİHLERİM
Cemile Us: Uzun bir aradan sonra tekrar
bizimlesiniz. Ekranlardan ayrı kaldığınız bu zaman aralığını nasıl
değerlendirdiniz? Bu ayrılıkta en çok nelere özlem duydunuz?
Ayşegül Aldinç: Sevdiğiniz işi
yapıyorsanız sevmeye devam ederken bir süre yapmama özgürlüğünüzü de
kullanırsınız. O arada başka işlerim oldu. Yaptığım her işi profesyonel
sorumlulukla ama gerçekten amatör ruhla yapanlardanım. Yıllarca şarkıcılığı
oyunculukla, köşe yazarlığı ile birlikte yürütebildiğim için şanslıyım. Özleme
duygusu bende seçilmemiş uzaklıklardan dolayı yeşerir. Yani herhangi bir
zorunlu ayrılık söz konusu olmayınca bir özlem de gerçekleşmedi. Kararlarım
doğrultusunda yön buldu tercihlerim.
C.U: Önünüze hem müzik hem de televizyon
dünyasından birçok proje geliyordur. Bu projeleri neye göre
değerlendiriyorsunuz? Yeni albüm ya da gelen projelerin hazırlıklarını nasıl
yapıyor ve nasıl planlıyorsunuz?
A.A: Öncelikle iki projem var. Üzerinde
çalışıyorum dizi fırsat verdikçe. Olgunlaştığında paylaşabileceğim projeler bunlar. Şu sıralar Pis Yedili dizisinde oynadığımdan ne yazık ki
herhangi başka bir şeyin planlamasına giremiyorum. Dizi çekmenin koşulları ve
zamanlaması hiç bir şeye benzemiyor. Çekimleri gerçekleştirdiğimiz okulda
öğrenim devam ettiğinden ancak gün bitimlerinde çalışmamızın gerekliliği uyku
saatlerimizi de etkiliyor, özel hayatlarımızın da sekteye uğramasına yol
açıyor. Ama bütün bu zorluklarına rağmen işine gönlünü vermiş ve işini ciddiye
alan sanatçılar her seçişin bir vazgeçiş olduğunu bilirler...
C.U: Pis Yedili dizi teklifini nasıl
kabul ettiniz? Uzun bir aradan sonra Esma
Sultan karakterini tercih etmenizin sebebi nedir?
A.A: Gani Müjde ile Kahpe
Bizans’ta çalıştım ilk defa. Bana ilk kez bu teklifle geldiğinde (her zamanki
gibi) reddettim. Bir daha düşün deyince ve ısrarını sürdürünce, tamam dedim.
Bir anti kahramana can verecektim. Çatlak ve negatif bir tiplemeyi
canlandırışımın geri dönüşlerinin çok iyi olduğunu fark etmemiz doğru yolda
olduğumuzun göstergesi oldu. Gençlerin ve çocukların bu tiplemeyi sevmesi ise
gerçekten ilginç. Dizi oyunculuğu hayatınızın önemli bir
kısmını kaplıyor. Çalışma saatleri, oyuncuların farklı işler yapması halinde
programlamalardaki koordinasyon zorlanmaları ve bütün bunların esas nedeni olan
bölüm yetiştirme çabaları bazen sabahlara kadar çalışmamızı gerektiriyor. Esma
Sultan karakteri ile bugüne kadar canlandırdığım rollerden çok daha farklı bir
karakter çizmiş oldum. Komedi oynamak ve benimsenmek (üstelik bir anti kahraman
karakteriyle) dram oynamaktan daha zor, bunu biliyoruz. Oynamaktan zevk aldığım
bir karakter özetle.
HER
SEÇİŞ BİR VAZGEÇİŞTİR.
C.U: Peki, tüm dallardaki başarılarınız
ve profesyonelliğiniz bir yana müzik ve sinema için neler söyleyebilirsiniz?
A.A: Küçüklüğümden bu yana şarkıcı ve
oyuncu olmak isteyen biri olarak serüvenimi sürdürüyor olmaktan memnunum.
Sinema ya da dizi projelerinde bir ekip sizden azade hazırlığını yapar, siz
oynamakla mükellefsinizdir. Müzikte ise iğneden ipliğe sizin tüm detaylarla ilgilenmeniz
gerekir. Bu da iri yarı bir fark olarak karşınıza gelir. Dizi projelerinde eğer
rolünüzü buluyorsanız bir şanstır. Sinema ise büsbütün şanstır. Zira oranlayacak
olursak sinema filmleri dizilere göre daha az sayıda gerçekleştirilebiliyor.
C.U: Türkiye’de şarkıcılığın yanı sıra oyunculuğunuzla da çok
önemli bir yer tutuyorsunuz. Yıllar içinde oyunculukla müzik arasındaki dengeyi
nasıl planladınız? Sanat kariyerinizin planları ya da akışı sizce nasıl
gelişti?
A.A: Şarkıcılıkla
oyunculuğu aktif bir biçimde birlikte yürüttüğüm dönemler oldu. İçinde
bulunduğumuz çağ hız çağı. Teknolojinin hayatımızın bu denli içinde olması
hayatı hem kolaylaştırıyor hem de zaten kısıtlı olan vaktimizi bir biçimde
çalıyor. Diziler de bundan nasibini aldı
tüketim fazla hızlı. Sesli çektiğimiz halde bir haftayı ucu ucuna
yetiştiriyoruz diyebilirim. Müzikle ilgili sahne çalışmalarım devam ediyor.
Yurt içi ve yurtdışında özel gecelerde sahneye çıkmaya devam ediyorum. Sahnenin
duygusu bambaşka…
C.U: Günler, yıllar geçiyor; zaman su
gibi akıyor ve siz günler geçtikçe, zaman aktıkça daha da güzelleşiyorsunuz,
bunun sırrı nedir?
A.A: Teşekkür ederim. O demin sözünü
ettiğim sorumluluk burada da işleyen bir durum. Sizi seven veya ilgi duyanlar
sizin pek değişmenizi istemiyorlar doğal olarak. Siz de bunun için çabanızı ya
gösteriyorsunuz ya da bırak dağınık kalsın ben kafama göre takılırım,
diyorsunuz. Tercih tamamen sizin. Ben zor olanı seçtiğimin farkındayım. Düzenli yaşıyorum. Yeme içme kriterlerim
belli. Spor, diziden arta kalan zamanlarda yorgun olmazsam yapabildiğim bir şey
haline geldi ve buna içerlediğim oluyor açıkçası. Zira diziden önce çok daha
verimliydim spor konusunda. İçki, sigara gibi zaaflarım yok. Yaşam kaliteme
dikkat ediyorum. Bunun sosyal anlamda biraz bir şeylerden eksik kalma anlamını
içerdiğini de söylemem gerek. Ama dedim ya her seçiş bir vazgeçiştir...
C.U: Hatay’la ilgili fikrinizi, düşünce ve
duyumlarınızı öğrenebilir miyiz? Ayrıca Hatay deyince aklınıza ilk olarak ne
geliyor? Daha önce ilimize turneye gelmiş miydiniz?
A.A: Hatay’la ilgili çok güzel şeyler duyuyorum. Hatay’da
farklı etnik kökenli insanların bir arada yaşadığını biliyorum. Ve Hatay
mutfağının namı dilden dile dolaşıyor. Yemeklerinizi tatmak için
sabırsızlanıyorum. Ve en yakın zamanda Hatay’ ı ziyaret etmek istiyorum. Umarım
kısa zamanda gerçekleşir bu dileğim. Tüm Hatay’a sevgiler…
Tüm güzelliği ve
sanat dünyasındaki başarılarıyla ekranlarda her daim görmek ve sesini
duymak istediğimiz Ayşegül Aldinç'in, sanat dünyasına katkılarının
devam etmesini bekliyoruz. Ayrıca adının projelerde duyulmasından mutluluk
duyduğumuz ve daha nice projelere imza atacağını umduğumuz sanatçımıza
başarılarının devamını dileriz...
“AZ BİLİRİM UZ BİLİRİM, HIDRELLEZ’DEN SONRA YAZ BİLİRİM.”
“AZ BİLİRİM UZ BİLİRİM, HIDRELLEZ’DEN SONRA YAZ BİLİRİM.”
Çok eski zamanlarda bir köyde Hıdır adında bir çoban varmış.
Hıdır sürüsünü suya götürürken Paşa kızı Ellez’i görüp aşık olmuş. Hıdır,
Ellez’i babasından istemiş fakat Paşa kızını vermemiş. Bunun üzerine Hıdır kızı
kaçırmış. Bir korulukta saklanan Hıdır ile Ellez’i Paşa ve adamları çembere
alıp ateşe vermişler. Allah’a sığınan Hıdır ve Ellez gaipten gelen ‘Ateşe basıp
atlayın!’ sesini duyunca tek adımla ateşe basıp kaybolmuşlar. Paşa uzun süre
onları aramış ve bulamamış. Ve bir gün Paşa içinden gelen bir ses duymuş ve
‘Allah’ım onları affettim ve onları bana göster!’demiş. Allah Hıdır ile Ellez’i
6 Mayıs günü yeryüzüne indirip Paşa’ya göstermiş. O günden beri kutlanan bu
kavuşma gününe ‘Hıdrellez’ adı verilmiş ve onlar ölümsüz kılınmış.
BAHARI MÜJDELEYEN GELENEK
Hızır, Hıdır
yahut Hadır Arapça bir kelime olup, ‘yeşillik’ manasına geliyor. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek zamanla halk ağzında ‘hıdrellez’
şeklini almış ve günümüzde de bu şekilde kullanılıyor. Hıdrellez günü, bütün Türk milletinin topluca
katıldığı, kutladığı, bir takım töreleri yerine getirdiği bir bayramdır.
Hıdrellez’in belirlendiği gün olan 6 Mayıs(5 Mayıs gecesi) kış mevsiminin bitip
sıcak yaz günlerinin başladığı gün anlamına geliyor. Yani eskiden halk arasında
kullanılan takvime göre yıl ikiye ayrılıyormuş: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar
olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan
süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturuyormuş. Hıdrellez’den sonra yazın geldiği
inancını yaşatan toplumumuz, Hıdrellez’le birlikte artık karakışın geride kaldığını,
tabiatın canlandığını ve yaz günlerinin geldiğine inanırmış. İşte böyle bir
günü ‘bahar bayramı’ olarak tüm imkânlarıyla, duygularıyla ve sevinçleriyle
kutlamaya çalışırlar. Hıdrellez günü hakkında çeşitli rivayetler duyuyor
ve okuyoruz. Dilden dile dolaşan ve kültürümüzün bir parçası olan bu
rivayetlerden birinde şöyle anlatılıyor: “Hz. Hızır ile Hz. İlyas, hayat suyunu
(ab-ı hayat) içmişler ve ölümsüzlüğe kavuşmuşlar. İki arkadaş hayat suyunu
içtikten sonra; Hızır karadakilerin, İlyas ise denizdekilerin yardımcısı olmuş.
Rivayete göre Hızır ile İlyas 6 Mayıs tarihinde buluşurlarmış ve bu buluşma ile
dünya yeşilliklere bürünürmüş. Hızır’ın baharda zor durumda olanlara yardım
eden, bolluk, bereket ve sağlık dağıtan, Allah katında ermiş bir ulu ya da
peygamber olduğu söyleniyor. Hızır’ın kimliği, yaşadığı yeri ve zamanı belli
olmamakla birlikte, baharın baharla vücut bulan taze hayatın sembolü olduğu söyleniyor.
Kuran'ı Kerim'de Hızır’la ilgili olarak nakledilen hadisenin Akdeniz'in
Samandağ sahillerinde bugünkü Hıdır(a.s.)
makamının bulunduğu yerde geçtiğine inanılıyor. Yüzyıllardır kültürümüz içinde var olan Hıdrellez
bayramı, günümüzde de canlı bir şekilde
kutlanmaya devam ediliyor. Hızır ve Hıdrellez’in kökeni hakkında çeşitli
fikirler ortaya atılmış. Bunlardan bazıları Hıdrellezin Mezopotamya ile Anadolu
kültürlerine ve İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait
olduğu yolunda söylentilermiş. Oysaki Hıdrellez Bayramı’nı ve Hızır inancını
tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya,
Anadolu, İran, Yunanistan ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da
yazın gelişiyle ilgili bazı tanrılar adına çeşitli tören ve ayinler
düzenlenirmiş. Hıdrellez’i de bu çok uluslu kültürler arasında kutlanan bir
bayram olarak söyleyebiliriz.
KUL SIKIŞMAYINCA
HIZIR YETİŞMEZ
Mevsimlik
bayramlarımızdan biri olan Hıdrellez, Hatay’ımız da farklı etnik kökenli
insanlarla, farklı inançlarla ve farklı uygulamalarla fakat aynı inanç
doğrultusunda kutlanıyor. Birçok
şehirde, kasaba ve köylerde hıdrellez için önceden hazırlıklar yapılır. Bu
hazırlıklar, evin temizliği, kıyafet temizliği ve yiyeceklerle ilgili
hazırlıklarla başlar. Hıdrellez gününden önce evler baştanbaşa temizlenir.
Çünkü temiz olmayan evlere Hızır’ın uğramayacağı düşünülür. Anadolu’nun birçok
yerinde Hıdrellez günü edilen duaların ve arzulanan dileklerin kabul olması
için sadaka verme, oruç tutma, kurban kesme gibi adetler vardır. Zira tüm bu
hazırlıklar Hızır’a rastlamak için yapılır. Hıdrellez
kutlamaları, genellikle yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe
ya da yatırın yanında gerçekleşir. Hıdrellez geleneklerine göre kutlamalarda
baharın taze bitkilerini ve kuzu eti ya da ciğer yeme âdeti vardır. Baharın ilk
kuzusu yenildiği zaman sağlık ve şifa bulunacağına inanılır.
Geçmişten günümüze gelen daha bahsedemediğim bu geleneklerden
ve kutlamalardan birçoğu tek bir günde istenilen tüm dileklerin gerçek
olacağına inanmalarından dolayı farklı birçok yöntemlerle uygulanıyor.
Hıdrellez gününde kırlardan çiçek veya ot toplanıp onları kaynattıktan sonra
suyu içilirse hastalıklara şifa bulunacağına, bu su ile kırk gün yıkanılırsa
gençleşip güzelleşileceğine inanılır. Günahlardan arınmak
için, 41 çeşit ot toplayıp evde bulunan eski hasır ve eşyalardan bir kısmını
yakarlar. Yaktıkları ateşin üzerinden atlamakla da yıl içinde kazanılan olumsuz
ve kötü alışkanlıkların yok olacağına inanırlar. Hıdrellez akşamı ikindi
vaktinden sonra gül ağacının altına insanlar isteklerinin resmini çizerler. Ev
isteyen ev şekli, araba isteyen araba şekli, evlilik isteyen sevdiğini
canlandıran bir resim çizer ve dilekte bulunurlar.
Aynı zamanda dileklerini kırmızı kurdeleye bağlayıp gül ağacına asarlar. Bunu
yapmakla o yıl içerisinde isteklerinin gerçekleşeceğine ve Hızır’ın onlara
yardım edeceğine inanırlar. Hıdrellez gecesi evin ana giriş kapısına ağaçlardan
koparılan yeşil yapraklı dal koyup, kapıya asılan söğüt dalının sağlık
getireceğine inanılıyor. Hıdrellez gecesinde, Hızır’ın uğradığı yerlere ve
dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla yiyecek kaplarının,
ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Zor
durumlarda Hızır'ın yetişmesi ve kurtarması inancı günümüzde de çok yaygındır
ve bu inançla bağlantısı olan: "Hızır gibi yetişti" deyimi halkımız
tarafından sık sık kullanılıyor.
Kültürümüzün en renkli kutlamalarından biri olan bu
kutsal bayram Hatay’ımızda da farklı inançların bir araya gelmesiyle en güzel
şekilde kutlanıyor. Sahip olduğu tarihsel doku ile birçok türbe, yatır ve
kutsal mekânın bulunduğu Hatay’da Hıdrellez kutlamak bir başka anlam kazanıyor.
Özellikle, tuttukları dileklerin akan suya atıldıktan sonra gerçekleşeceğine
inanan insanların, Asi nehri kenarında, oluşturdukları muhteşem manzara
görülmeye değer. Şehrimizde oluşan bu manzaraya katılıp dilekte bulunmak ise
yaşanmaya değer gerçek bir heyecan.
HIDRELLEZE
KADAR BİR TUTAM, HIDRELLEZDEN SONRA TUTAM TUTAM
Sevinçlerin ve
umutların büyülü bir ortamda paylaşıldığı şölendir Hıdrellez. İçinde hem
geçmişi hem geleceği barındırır. Bazen geçmişin pişmanlıkları bazen geleceğin
getirdiği beklentiler bir su kenarına sürükler bizi. Su kenarında küçük bir kâğıt
parçasına yazılan umutlar belki can bulur su içinde kıvrıla kıvrıla uzanan
sonsuz yolculuğunda. Ağır kış şartlarının verdiği karamsarlık ve sıkıntılardan kurtulup bahara ulaşmanın
sevincini yaşatan Hıdrellez, evlenmek isteyen kızlar ve erkeklerin kuracakları yuvalarının,
servet sahibi olmak, sağlıklı, mutlu bir gelecek elde etmek isteyenlerin,
sıkıntılarından ve hastalıktan kurtulmak için dilekte bulunanların bu geleneği değişik
ritüellerle değerlendirerek yaşıyor.Hızır inancının yaygın olduğu Hatay’ımız da Hızır’a
verilen özelliklerin insanların umutlarına yelken olduğu inancındadır çoğu
insan. Hızır, zor durumda kalanlarımızın yardımına koşarak bizlerin dileklerini
yerine getirdiği, uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunduğu inancı
çok yaygın olarak bilinir. Hızır’ın en çok dertlilere derman, hastalara şifa
verdiğine inanılır. Baharın gelişini simgeleyen Hıdrellez’de, Hızır’ın
bitkilerin yeşermesine ve insanların kuvvetlenmesine sebep olduğu düşünülür.
Ayrıca insanların şanslarının açılmasına yardım ettiği hem de mucize ve keramet
sahibi olduğu Hızır’a atfedilen en bilinen özelliklerinden biri. Hepimizin dileklerinin kabul olmasına umut
olan Hızır’ın, uğur ve kısmet sembolü
olduğu söyleniyor. Kışın sona erdiğini ve baharın geldiğini müjdeleyen bu
önemli gelenek, ne yazık ki eskisi gibi ne hatırlanıyor ne de ilgi görüyor. Köklü bir geçmişi olan
ve Türk mitolojisinde farklı bir yeri olan Hıdrellez geleneği, sevgililer günü,
babalar günü, anneler günü gibi günler kadar ilgilenilmiyor. Oysaki Hıdrellez tüm duaların yazıya ve resme döküldüğü zamandır.
Seviyorum bu tür gelenekleri… Çünkü umut dolu,
güzellikler dolu… Belki de dileklerin en güzellerinin buluştuğu gün. Kimse
kötülük dilemez bu günde. Dilekler, ister tutarlı olsun isterse tutarsız olsun.
Hıdrellez, duyguları birbirine bağlar ve korur. Bilinçaltımızda bizi koruyan
bir ümit ışığı olarak görüyorum Hıdrellez akşamını. Tüm samimiyetimizle
duygularımızı açığa veririz ya da bir kâğıda yazıp asarız mis kokulu güllerin
dalına ya da gömeriz köküne.
Bu Hıdrellez
gününde ne dilekler tutuldu, hangi hayallerin gerçekleşme hesapları yapıldı,
kim bilir!
Güzelliklere, berekete, muratlara, kısmetlere gebe olan bu günü keyfiyle
yaşamanız dileğiyle…
‘GÜLMECE SANATI BİR HİCİV SANATIDIR’: LEVENT KIRCA
‘GÜLMECE SANATI BİR HİCİV SANATIDIR’: LEVENT KIRCA
Gülerken ağlamaktır tiyatro, ya da ağlarken gülmek,
daha doğrusu gülebilmek. Tiyatro, ölümün bile dalgasını tutar. Çünkü yaşamak
daha ciddidir ölümden. Tüm acı olayların bir mizahi yanını yakalama sanatı da
denebilir tiyatro için. Türk halkının gönlüne taht kuran usta tiyatrocu ve toplumun
dertlerine ayna tutan oyunlarıyla Levent Kırca, bazen
bir meddah, bazen bir karagöz olarak çıktı karşımıza. Acı hayatlarımızı bizi
güldürerek önümüze serdi. Kimi zaman bir sarhoş oldu, kimi zaman bir eğitimci. Ağlanacak
halimize onunla güldük yıllarca. Kendimizi onda gördük, düşündük ve onun
gözüyle seyrettik dünyayı.
Sohbetimize vesile olan
Meclis Kültür Sanat Merkezi’nin sahnesinde gerçekleştirdiğimiz röportajda
sempatik tavırları ve tatlı sohbetiyle bizi karşılayan Levent Kırca’yla bol
kahkahalı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Cemile Us: Aynanın
karşısında nasıl bir Levent Kırca görüyorsunuz? Ayrıca sanat yaşamınızın
dışında nelerle uğraşırsınız?
Levent Kırca: Hani
diyor ya Yunus Emre: “Ete kemiğe büründüm.”
ben de ete kemiğe bürünmüş, ölümlü, her an ölüme yaklaşan, ihtiyarlayan,
nefes alan, sıkıştığı zaman tuvalete giden J
bir insanım. Böyle bir Levent Kırca görüyorum aynanın karşısında; halktan, her
şeyden önce insan olmaya çalışan. Tabii bunların yanı sıra arkamda da ne varsa
onları da görüyorum. Mesela dolap, askıda bir palto, bir kedim var siyam kedisi
bazen onu görüyorum. Ayrıca sanat yaşamım dışında resim yapıyorum, heykel
yapıyorum, şiir yazıyorum. Arada âşık olup çapkınlık yapıyorum. Hayatı yaşamayı
severim yani işte bu kadar.
C.U: Tiyatro’ya ilginiz
ne zaman başladı? Levent Kırca imkânı olsa hep tiyatrocu mu olurdu yoksa başka
bir mesleğe mi yönelirdi?
L.K: Öğretmen bir annenin, ressam bir babanın çocuğuyum.
Sanata uzak olmadığım için tiyatro merakım küçük yaşta başladı. Ben tiyatroda
komediyi tercih ettim çünkü insanlar, gülmeyi daha çok seviyor. Ayrıca
güldürmek, ağlatmaktan daha zordur. Hep tiyatrocu olmak isterdim. Şimdi
tiyatroculukta bütün meslekler var. Her şey oluyorsun sahnede. İnsanlara hizmet
edebiliyorsun, insanlarla iletişim kuruyorsun, insanlara bir şey öğretiyorsun,
insanlara mesaj veriyorsun, insanlara okul öğretmenliği yapıyorsun... Atatürk’ün
sözüyle: Her şey olabilirsiniz. İşte
sanatçı olmak ve olabilmek böyle bir şey. Bu mertebede bulunmak ve bu
insanların sevgisine mazhar olmak çok önemlidir. Sanatçılık, çok ulvi ve güzel
bir meslek olmakla birlikte insanları mutlu etmek bu işin paha biçilmez
yanıdır. Bu duyguları tatmaya devam etmek için sürekli şükretmek lazım diye
düşünüyorum çünkü ben öyle yapıyorum.
BİZLER NASRETTİN HOCA’NIN TORUNLARIYIZ
C.U: Çoğu insan
tiyatroya gülmek ve eğlenmek için gider. Sizce tiyatro gülmek için midir yoksa
farklı bir tarifi var mıdır?
L.K: Aslında klasik
tarifiyle sadece bir güldürü olması mümkün değil. Biri bir şey söylediği zaman
da birisi düştüğü zaman da gülersin. Ama ironik güldürme, bir şey söyleyerek
güldürme, eleştiri yaparak güldürme, mesaj vererek güldürme, taşlayarak
güldürme; işte esas güldürme bunlardır. Kaldı ki bizim ülkemiz Nasrettin Hoca
ülkesidir ve bizler Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız. Dolayısıyla Nasrettin Hoca
fıkraları hep taşlayan, hicveden, bir şeyler söyleyen fıkralardır. Onun için
bizdeki güldürünün de özellikle böyle olması lazım. Kilimimiz kilimdir,
lokumumuz lokumdur, Türkümüz Türküdür o zaman mizahımızın da mizah gibi olması
gerekiyor. Gülmece sanatı bir muhalefet sanatıdır. Bu muhalefet sanatının
içinde karikatürler de fıkralar da vardır. Ama eleştirel bir şey söyleyen
fıkralar olmakla birlikte bunların hepsi dramaya girer. Eskiden komedi ile trajedi
başlangıçta bir bütün iken zamanla komedi, dramdan da trajediden de daha önemli
bir hal aldı. Türk mizahı diye bir mizah var. Nasıl Türk’ün Türküsü, ozanı, Âşık
Veysel’i varsa Türk’ün mizahı da var.
C.U: Türkiye’nin
tiyatroya olan bakış açısını değerlendirecek olursanız neler söylersiniz?
L.K: Türk insanı yapısı
itibariyle sanatı ve eğlenmeyi sever. Tiyatro bir eğlence sanatıdır. Sanattır
ama eğlencedir, ayrıca eğlendirirken da eğitmektedir. Onun için Türk halkı
sanata, tiyatroya, komediye, türkülerine, şarkılarına sıcak bakar. Ama bunu ne
yazık ki ülkeyi yönetenler tanzim ederler. Yani sanatçılarla, tiyatrocularla
halkı buluşturmazlar. Oysaki sanat aydınlatır, sanatçı aydınlatır. Sanat sosyal
olmakla birlikte muhalefette yapan bir şeydir. Sağın ve hükümetin sanatı
olamayacağı için hükümetin şarkısını söyleyen bir şarkı ve hükümetin dediğini
söyleyen bir tiyatro oyunu da olmaz. Ancak muhalefet olursa olur. Onun için
halk ozanı, Pir Sultan Abdallar ve Yunus Emreler vardır.
C.U: Onlarca farklı
karakteri canlandırıyorsunuz? Bununla birlikte bunların içindeki güldürü
unsurunu nasıl yakalıyorsunuz?
L.K: Güldürü unsuru
yani aksayan bir şeyi ele alırsın. Yani kapının önünde belediye gelip çöpünü
topluyorsa burada mizah yoktur. Ama belediye çöpleri toplamıyorsa kapının
önünde çöpler yığılmıştır. Sinek yapmaya başlar, fareler gelir, kediler eşeler,
köpekler torbaları patlatır. Ne bileyim işte sen çöpün üstünden atlayarak gelip
gitmeye başlarsın. İşte o zaman mizah kendiliğinden devreye giriyor. Zaten sosyal
mizah dediğimiz sosyal içerikli mizah da bu şekilde devreye giriyor. Böylelikle
bu durum mizahçının gözüne kendiliğinden girer hatta batar. Ya da bir mizahçı
bunu doğal ortamda görür, gözlemler ve işin o tarafını bulur. Yeter ki o gözle
bakmasını bilsin.
C.U: Hatay’a ilk defa
mı geliyorsunuz? Hatayla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
L.K: Hatay’a 3 ya da 4 defa
geldim. Aslında Hatay’ı çok detaylı tanımıyorum ama gerek tarihi itibariyle
gerek insanları ile çok sıcak bir şehir. Ayrıca dayanılmaz bir sıcağı da var
Hatay’ın. Yemekleriniz çok güzel hatta tam benlik. Biberli yemekleriniz, oruğunuz,
künefeniz, mezeleriniz çok güzel. Zaten mutfağınız çok zengin yani farklı kültürlerin
mutfağı olduğu için çok leziz yemekleriniz var. Hatay’a geldiğimde kendimi
yemeklerinizden alamıyorum ve her geldiğimde farklı bir tatla tanışıyorum.
Hatay mutfağının lezzetlerini
iyi bilen Levent Kırca, mizahın en güzel
lezzetlerini de izleyicilerini sunuyor. Tiyatro sanatı, içinde her türlü
duyguyu besleyen evrensel bir sanattır. Çünkü tiyatro insanların içinde
bulundukları durumları öykülendirerek insanların bu öykülerden en iyi mesajı çıkarmalarını
sağlar. Bu nedenle tiyatronun önemi hiçbir şekilde yadsınamaz. Levent Kırca’ya
tiyatro ile bilgilerini bizimle paylaştığı için teşekkür eder, daha nice
sanatlı ve tiyatrolu bir yaşam dileriz...
Binlerce Kez Tekrarlanan Ezber: TOPRAK KAP
Hesap kitapla yapılan bir iş değil, zamanla oluvermiş
bir tecrübenin ve yüzlerce, binlerce kez tekrarlanan bir ezberin sonucudur,
çamurun toprak bir kaba dönüşmesi
Toprakla
özel bir bağ vardır aramızda, bizim de
mayamız aynı hamurdan olduğu için midir bilinmez topraktan gelen toprağa döner
deyişini duymayanımız yoktur. Belki de bu yüzdendir toprağa olan bu
yakınlığımız. Çünkü aşımız, işimiz,
emeğimiz olmuştur toprak hem de yüzyıllar boyu.
Yokluk
zamanlarını anlatan büyüklerimizin mutfakla ilgili hikâyelerinde hep bir toprak
kap vardır. Eskilerde ve günümüzde ev halkının bağdaş kurup oturduğu
sofralardaki aşa, lezzet veren de toprak kaptır onlara göre. Eski zamanların
gizli sevdalarına tanıklık eden de çeşme başında bir toprak su testisi değil
midir? İşte insanoğlunun bildiği en eski zanaat olan toprak kabı sizlere
yeniden hatırlatmak ve sizleri biraz da olsa geçmişe götürmek için toprak kabın
yapımını anlatmak istedik bu sayı.
Anadolu’da
toprak kap zanaatının oluşumu bin yıllık bir geçmişe sahip. İnsanoğlu toprağı
ilk şekillendirmeye başladığı zamanlarda önce suyu, sonra toprağı, sonra da
ateşi kullanmış. İlk kez Paleolitik
dönemin sonlarında toprak kaplar yapılmaya başlanmış. Bulunan en eski toprak
kapların tarihi M.Ö. 16,000’e kadar uzanıyor.
Birçok ilke ve
yeniliğe ev sahipliği yapan Hatay, bu
zanaat dalında da yüzyılların izlerini taşıyor. Toprak kap yapımında kullanılan
kırmızı kayrak toprak, Türkiye’de olmayan ve hatta bunun yanında Yayladağı
ilçesi dışında Hatay’ın da başka hiçbir bölgesinde bulunmayan bir toprak türü. Toprak
Kap yapımı Yayladağı’nın merkezinde ve belli başlı köylerinde varlığını halen
devam ettiriyor. Bilinen adı toprak kap olan bu zanaat için ise buranın
yerlileri Arapça kökenli bir kelime olan
‘Kasğa’ terimini kullanıyorlar.
Yayladağı’na
bağlı olan ve ilçe merkezine 15 km uzaklıkta bulunan Görentaş Köyü(eski adıyla
Nişrin), toprak kap zanaatının en yaygın
olduğu bölgelerden biri. Kurutmaya elverişli olduğu için, Kasğa yapımı için en
ideal mevsim yaz. Köy halkı genellikle Haziran sonu Temmuz başı gibi üretime
başlıyor. Köyün yerlileri kırmızı kayrak toprağı köyde bulunan bir tepeden elde
ediyorlar. Suriye sınırına 1 km mesafede bulunan Çamyazı dağının eteklerinde
bulunan toprağı çuvallara doldurdukları gibi evin yolunu tutuyorlar. Köy halkı
buradaki kırmızı topraktan yararlanarak toprak kap zanaatını devam ettiriyor ve
geçimini sağlamaya çalışıyor. Ürettikleri toprak kapları genellikle Altınözü,
Samandağ, Antakya, Kırıkhan ve Reyhanlı ilçelerinin köylerine satıyorlar.
TOPRAKTAN ÇAMUR, ÇAMURDAN DA HAMUR
Yıllardır
nesilden nesile aktarılan bu sanatı hala devam ettiren ve geçimini toprak
kaptan sağlayan Göksu ailesinin reisi Osman Bey ile toprak kap üzerine sohbete başlıyoruz
merakımıza daha fazla yenik düşmeden. Osman Bey ; ‘Dedem babama, babam bana,
şimdi ben de çocuklarıma toprakla neler yapabileceğimizi, geçimimizi sağladığımız
bu mesleği nasıl devam ettireceğimizi öğretiyorum.’ diyerek başlıyor sözlerine.
İmece usulü, anneden babaya, çocuktan toruna herkes toprak kap yapımında bir görev
alıyor. Evin erkekleri bin bir zahmetle topladıkları toprakları çuvallara
doldurup evin avlusuna getirip elek yardımı ile süzüyorlar. Tüm işlemler aile
içi iş bölümü ile evin bahçesinde yapılır. Elekten süzülen toprakla suyun
birleşmesi ile hamur kıvamında toprak elde ediliyor. Sonrasında evin bayanları
hamuru bir güzel yoğurarak elleriyle kalıpların üstünde şekil vermeye başlıyorlar.
Vereceğiniz şekle göre ayaklı veya motorlu döner tablada istediğiniz şekli de
verebilmek mümkün diyorlar. İşlem bittikten sonra Nemini çeksin diye kabın
altına konan mukavva kapla beraber güneşe bırakılıyor. Toprak kaplar dediysek o
kadar kolay değil toprağı elle tutulur hale getirmek. Anlatınca belki kolay
geliyor insana fakat gördüğünü söyleyen bir insan olarak yapımının çok emek
istediğini söyleyebilirim.
Marifetli usta
ellerin sabırla parmaklarının arasında kıvrılan çamur, acemi bir meraklının
elleri arasında kolaylıkla kayıp gidebiliyor. Hesap kitapla yapılan bir iş değil, zamanla
oluvermiş bir tecrübenin ve yüzlerce, binlerce kez tekrarlanan bir ezberin
sonucudur, çamurun toprak bir kaba dönüşmesi. Tabii Fahriye teyze yıllardır bu sanatı gerçekleştirdiği
için o kadar hızlı ve pratik ki gözlerimi ondan alamıyorum doğrusu. Yapımını
büyük bir hayranlıkla izlediğim bu sanatın malzemesi ve yapım aşaması aynı
olmasına rağmen iş şekil vermeye gelince marifetli eller devreye giriyor.
TOPRAĞIN ATEŞLE DANSI
Ateşi
keşfeden insanoğlu aynı dönemde ateşin pişirdiği toprakla tanışarak medeniyet
yolunda büyük bir engeli aşmış.
Hammaddesi
kırmızı kayrak toprak ve ateş olan toprak kabı değerli kılan en önemli unsur,
onun ateşle geçen uzun ve zorlu sınav sonucu kavuştuğu sonsuz ömrü. Yapılan toprak
kaplar toprağın altında kuyu şeklindeki fırınların içerisine yavaşça içerisine
yerleştiriliyor. Toprak kaplar boş yerleri çalı çırpı ile örtülerek ateşe
veriliyor ve ateş kendiliğinden sönene kadar sabırla bekleniliyor. Fırının
içerisindeki hava delikleri ise ateşin daha kuvvetli yanmasını sağlamak için
Kapların çatlamaması içinse soğuması gerekiyor. Kapların fırından çıkarma işlemi
bittikten sonra, kapların kırılmalarını önlemek amacıyla aralarına saman veya
ot doldurularak paketleniyor. Kapların kullanıma hazır olması için içlerine belirli
miktarda zeytinyağı ve kaya tuzu karışımı konularak kabın her tarafı bu
karşımla sıvanıyor Tuz ve zeytinyağı karışımı ise kabın daha uzun ömürlü olması
için kullanılan diğer maddeler.
TOPRAKLA GELEN LEZZET
Tandır, toprak
kapların en büyüğü ve yapımı en zahmetli olanı. Genişçe açılan hamur bir
tekerleğin etrafına sarılarak tandırın parçaları oluşturuluyor. Tek tek
kurutulan parçalar bir bütün haline getirilerek tandır halini alıyor. En önemli
aşama bu yapılan toprak kapların soğuk ve karanlık odalarda kurutuluyor olması.
Aksi halde toprak kapta çatlamalar olabileceğini dile getiriyor Fahriye Teyze. Yöremizin
vazgeçilmez tatları olan biberli ekmek, katıklı ekmek, gözleme ve tandır ekmeği
gibi lezzetlerin sırrı işte bu emekle yoğrulan tandırda. İhtiyaçlarının çoğunu
bu toprakla karşılayan Fahriye Teyzenin dediğine göre eskiden yemeklerini,
çaylarını mini ocak şeklinde yaptıkları toprak kaplar üzerinde pişiriyorlarmış.
Bu toprağın ve toprak kaplarının en bilinen özelliği ise ısıya dayanıklı
olmaları. Bu toprak kaplarda aklınıza gelebilecek her türlü yemek
pişirilebiliyor hatta yoğurt uyutanlara bile rastlamak mümkün. Toprak kapta
pişen yemeğin tadı lezzeti bir başka oluyor. Bir diğer özelliği ise toprak
kapta pişen yemeğin sağlıklı ve lezzetli olması, yemeğin kendi besin değerlerini taşıyarak
sıcak bir şekilde kalması.
İnsanlığın ve
medeniyetin var olduğu günden günümüze kadar gelen süreçte el zanaatlarının
belli bir dönemden sonra önemini yitirdiği ve yerini modernleşmeye bıraktığı
görülür. Toprak kaplarla bu modernleşmeden nasibini alarak yerini çelik ve
bakır kaplara bırakıyor. Bir kültür öğesi olarak aktarılan bu el zanaatı,
Anadolu’ nun belli başlı kırsal kesimlerine hapsolmuş durumda. Toprak kapları günlük
ihtiyaçları karşılamaktan çok otantik restoranların başköşesinde ve yine eskiyi
andıran süs eşyaları olarak hayatımızda yer almaya devam ediyor. Bu zanaatları
halen devam ettiren ustalar ise saygı duyulması ve hatırlanması gereken örnek
kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Belki de el zanaatlarının bize bu kadar
yabancı gelmesi dikkatimizi çekmesi ve geçmişlerine olan o merakımız bu yok
olmaya yüz tutmuşluktan kaynaklanıyor. Ve bu yüzdendir ki hep eskiyi özlüyoruz.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
.jpg)
.jpg)
.jpg)



